Sayfalar

CUMHURİYET ve DİNDARLIK ve MABED


 14 Kasım 2010


Nedir ışığın doğası?

Dalgacıklar hâlinde mi yayılır, parçacıklar hâlinde mi?

XVII. yüzyılda Huygens ışığın özünde dalgacıkları görüyordu, Newton’sa parçacıkları. XX. yüzyılın başlarında Niels Bohr ışığın ikili doğasını açıklar. Bu Danimarkalı bilimadamına göre, ışık bazen dalgacık, bazen parçacık gibi davranıyordu.

Böylelikle yeni bilimin paradigması Kuantum Mekaniği ile şekilleniyordu. Heisenberg’in belirsizlik ilkesiyle birlikte bilimadamları doğa karşısında daha mütevazi davranmayı öğrendiler. Sürprizler bitmiyordu çünkü.

XIV. ve XV. yüzyıllarda müslüman bilimadamları ışığın da, rengin de gerçek tanımının yapılamayacağını düşünüyorlardı, çünkü duyuyla algılanabilen ışığın ve rengin sadece cüziyatıydı.



Bilimadamları bu temel ilkeye karşın yine de ışığı tanımlamaya çalıştılar.

İlk tanım şuydu:

Işık, saydamlığın, saydam olması bakımından, ilk yetkinliğidir.





Adududdin İci’nin (öl. 1355) verdiği bu tanımı Seyyid Şerif Cürcanî (öl. 1413) şöyle açıklar:
“Saydam olması bakımından” kaydına itibar ediliyor, çünkü ışık saydamlığın cismiyetinde veya başka bir şeyde yetkinliği olmayıp bizatihi saydamlığında yetkinliğidir. Yani saydam olarak saydamlığında.
Seyyid Şerif kısa bir hatırlatma yapmaktan kendini alamaz ve der ki:
İlk yetkinlikten (kemâl-i evvel) maksad arazî değil, zatî yetkinliktir.
Demek oluyor ki ışık saydamlığın varlığa gelişidir. İlk kemâli. Özü.

Peki kemâl-i evvel nedir?

Ne diyelim, modern bilimin terimleriyle büyüyenlere Allah acısın!

Aristoteles Fiziğinin en önemli kavramlarından ἐντελέχεια (yetkinlik/kemâl) bugün ne yazık ki hikmet’ten çok hikemiyat sahasında kullanılmaktadır. Bu yüzden de bilimin değil, edebiyatın konusudur. Felsefe tarihinin.

Kısaca açıklamaya çalışayım: Doğal cisimlerin ilk ve özsel (zâtî) yetkinliğine kemâl-i evvel, buna mukabil ikincil ve niteliksel (arazî) yetkinliğine kemâl-i sânî denir. Sözgelimi insanın doğumla birlikte varolması (zatî varoluşu) onun ilk yetkinliği, yaşam boyunca tek tek niteliklerini gerçekleştirmesi (insan vasfını kazanması) ise ikinci yetkinliğidir. İnsanın kemâle ermesinden sözeden sûfîlerin kasdettikleri hep ikinci kemâldir. Varolmak bizatihi kemâldir çünkü.

Işıkla ilgili olarak müslüman bilimadamlarının aktardıkları bir tanım daha vardır:
Işık, görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanmayan bir niteliktir.
Bu tanım yapılırken ışığın renkle karşıtlığı dikkate alınmış. Çünkü renk görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanan bir niteliktir. Eğer aydınlık/parlaklık (müstenir) yoksa renk görülmez. Başka bir deyişle ışığın renge ihtiyacı yoktur ama rengin ışığa ihtiyacı vardır; zira  ışık rengin varlık koşuludur.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da ışığın da, rengin de birer keyfiyet (nitelik) olarak görülmesi. Oysa modern bilim, sadece ışığı ve rengi mi, neredeyse tüm varlığı bir nicelik kümesi olarak görmekte.

Heisenberg’ci belirsizlik, gerçekte bir ölçüm belirsizliği idi. Örneğin elektronların konumunun ve hızının ölçümü. Ölçemezseniz bilim yapamazsınız. Sayamaz ve ölçemezseniz... Doğa matematiğin diliyle konuşuyor, kendisini nitelikler yumağı arkasında saklıyor ama ölçüldükçe çözülüyor. Ölçülebildikçe.

Müstenir ışık veren, ışıltılı olan, aydınlık, parlaklık demek. İstinare de öyle. Aydınlatma, ışık verme edimi. Kökeninde nur var. Işık.

Ne ki ziya değil, nur. İkisi de ışık ama güneşin ziyası (ضياء), ayın ise nûru (نورvardır.


Bilimadamları nurdan değil, yukarıda görüldüğü gibi daha çok ziyadan (zav) sözederlerdi. Nur ve istinare ise esasen metafizik bir çerçevede kullanılıyordu. Nitekim Kur’an’da bir Nur Suresi’nin olduğu hatırlanmalı.




Öncelikle ilk ayet:
الله نور السموات والارض 
Allah(ın ayetleri) yerin ve göklerin nûrudur.
Bu nedenle biz ziyayı bir kenara bırakıp, nurla devam edeceğiz yolumuza. Minare ile.
Menâre müslüman mabedinin en sevimli eklentilerden biri. Ezanın okunduğu yer. Maddi aydınlatma, kandillerle aydınlatma mânâsında değil, bilâkis ezan-ı Muhammedî ile âlemi ışıtma mahalli, tenvir ve istinare makamı. Müezzinlerin çağrılarının duyulması için ezanı döne döne okudukları yükseklik, yani ışığın değil, sesin döndüğü yer. Sesle, seslenmekle ışıtma. Okumakla.

Ne ilginç değil mi Ezan da okunur, Kur’an da. Sesin ışığı okumakla yayılır. İletmekle. Sözle.

İhmal edilen hakikatimiz.

Minareler şerefelerinden bu sesin ışığını yayarlardı bir zamanlar. Nisbet ve tenasübleriyle gözlerimizi, müezzinlerin çağrısıyla kulaklarımızı ışıltırlardı. “Haydi kurtuluşa” derlerdi. Oysa yarım asırdan bu yana politik birer simgeye dönüştü minareler. Metafizik anlamını kaybetmiş birer fallik sembole.

Cumhuriyet minareleri, bilhassa 1960’lerden itibaren öz değerini ve anlamını kaybetmeye başladı. Minare yapımı halkın ve mütahitlerin eline düşünce.

Daha çok, daha büyük, daha uzun, daha sivri ve güya daha gösterişli, ama her halukârda daha çirkin.

İkisi de denizden görülen iki caminin siluetini karşılaştırmak, belki dikkat çekmeye çalıştığım decadance’ı açık kılmaya yarar.


Biri Süleymaniye Camii (1551-58), diğeri (Maltepe’deki) Cumhuriyet Camii (1988-2001).
Birini Sultan, diğerini Halk yaptırmış. Birini Mimar Sinan inşa etmiş, diğerini Mimar Saim Güner. Biri XVI. yüzyılın yapı tekniğinin ürünü, diğeri XX. yüzyılın.

Garip olan şu ki ikisi de XVI. asrın Fizik ve Astronomisinin metafizik sembollerini kullanıyor. İlki aslen, ikincisi takliden. İlki sanat, diğeri kitsch.

Tesadüfe bakınız ki her iki caminin de dört minaresi var. Lütfen minarelerin boy ve stillerine dikkat ediniz! Bilhassa kubbeyle aralarındaki nisbete.
İmdi, ey talib, seni biraz üzeceğim, çünkü hakikati söyleyeceğim:

Cumhuriyet dindarlığı da aynen Cumhuriyet Camii gibi, çağının kimi çirkinlik ve zaaflarını üstlendiği hâlde, çağının kimi zenginliklerinden mahrum. Öncelikle estetikten.

Beton gibi.

Sert.

Sağlam, kullanışlı ama çirkin. 
17 Ağustos 2008


Bugünün dindarlığını ve/veya dindarlığın modern formlarını tartışamıyoruz. Değiniyoruz sadece.

Türkiye’nin düşünen kalemleri çok az. Nadir bile değil, ender. Bazıları temas ediyorlar. Şikayet veya sitem ediyorlar, kızıyor, söyleniyor ve fakat aslâ kuvvetle, tâ dibinden ve tüm açıklığıyla kavrayamıyorlar olup biteni. Meseleler kavranamadığı (bütünüyle avuç içine alınamadığı) için elde hakikî mefhumlar da yok, hakikî kelimeler de.

Ne demek hakikî mefhumlar veya hakikî kelimeler?

Birine “Ne ikiyüzlü herif!” demekle, “Münafığın teki!” demek arasındaki fark, fark-ı azimdir. Niçin? Çünkü ikiyüzlü kelimesini açıklayabilirsiniz ama tanımlayamazsınız. Oysa münafık kelimesini sadece açıklamakla kalmaz, tanımlayabilirsiniz de. Bu yüzden münafık ve nifak birer ıstılah, birer terimdir. Münafık teriminin sadece zemini değil, tarihi de vardır. İkiyüzlü(lük) de bir kelimedir, hatta bir sıfattır, bir tahkir ifadesidir, ama bir terim değildir. Terimleşememiştir. Çünkü Türkçe’nin kullanıcıları bu kelimeyi terimleştirmeyi becerememişlerdir.


Düşünenler umumiyetle cılız mefhumlarla düşünüyorlar. Konuşanlarsa cansız kelimelerle konuşuyorlar. İddiaları ve dâvâları yok, güçlü mefhumlara niçin ihtiyaç duysunlar? İnançları ve heyecanları da yok ki “Hay senin ağzına sağlık!” denilsin! Bilenler bilir, artık dilin bereketi yok. 

Gazetecilik diliyle konuşan ve düşünenlerin ellerinde çölleşen sözde bir ilim ve irfan dünyasında soluyoruz.

Şeyh Efendiler bile gazetecilik diliyle konuşuyor ve yazıyorlar. Gazetecilik diliyle, yani derinliksiz, plaj suyu gibi, ılık ve tuzlu, sarı, sapsarı, yürüyerek girilir, yaygındır, vaaz gibi. Oysa bir zamanlar boğazın (İstanbul’un) serin ve derin sularına, dalmayı göze almadıkça giremezdiniz. Yürüyemezdiniz. Atlamalıydınız. Atlamanın şiddetiyle dalmalıydınız. Derinlerde seyretmeliydiniz. İlim gibi. İrfan gibi.
Düşünen/düşünebilecek zekâlar üzerindeki görünmez siyasî tasallut da cabası.



— Zaten üstümüze geliyorlar, sırası mı bunların?

— Ne gereği var, durup dururken kendi ayağına ateş etmenin? vs.

Keşke ateş edilebilseydi, belki ayağımız kangren olmazdı.

Konuşkanlar taraf değil, çoğu taraftar. Taraf olmanın bedeli var, taraftar olmanınsa hiç bir bedeli yok, izleme ücretinden gayrı.

Modern camiler ve bilhassa minareler; gözü rahatsız eden o katır kutur minareler! Boran Burchardt'ın Hamburg'da yaptığı minareler gibi. Çocukça ama yetişkinliğin kunt hevesleriyle kirlenmiş. Primitif ama teknolojinin kötü kullanımıyla şirazesinden çıkmış.
Bir minare bir müslümanın gözünü rahatsız eder mi? 
Şayet kişi, minareyi ideo  lojik bir sembolden ibaretmiş gibi telâkki ediyorsa, elbette rahatsız etmez. Böyleleri minarenin uzunluğunu ve kalınlığını bir gövde gösterisi, bir meydan okuma gibi algılar; gözleri minare ile kubbe arasında veya cami ile çevresi arasında nisbet ve hatta münasebet aramaz. Nisbet ve münasebet arayan, eğitimli/terbiyeli gözlerse şayet, elbette rahatsız olurlar.

Dört bir yanımız münasebetsiz ve nisbetsiz camilerle dolu ne yazık ki.

Niçin hep Sinan dehasının betonarme taklitleri? Niçin sadece Osmanlı dönemi mimarisi? Niçin hep kubbe? Hakiki kubbe de değil, iğreti, yapmacık kubbeler!

Nerede o güzelim küçük, etlice minareleri olan mescid mimarisi, çatı mimarisi?

Kudret ve iktidar yoksunu Cumhuriyet dindarlığı, Sultan Süleyman dönemini taklid ediyor. Minare sayısının çokluğu ve büyüklüğü siyasî ve iktisadî kudreti temsil eder; yani hanedanı.

Cumhuriyetin dindarı, ihtişamı hacim itibariyle büyüklükte ve genişlikte arıyor. Siyasi ve iktisadî ihtişamı. Oysa Osmanlının dindarları ihtişamı küçüklükte ararlardı. Siyasî ve iktisadî ihtişamı değil, ruhî ve manevî (estetik) ihtişamı da gözetirlerdi.

Mescid, Cami, Ulu Cami...

Sıralama böyle olmalıydı değil mi? 

Bugün mescid dedikleri dar odalardan ibaret. Cami dedikleri küçük kubbeli, ince ve fakat olabildiğince uzun minareli, apartman kılıklı devasa beton öbekleri. Ulu Cami de büyük işhanları. Bahçesiz, ağaçsız ve çiçeksiz. Meselâ Kocatepe Camii (1967-87). Bu yapı gerçekte Cumhuriyet dindarlığının sembolüdür; yani doğa karşıtlığının. Bahçesiz, ağaçsız, çiçeksiz bir cami. İstanbul Şişli Camii (1945-49) gibi. Doğasız. Spor salonu gibi. Konferans salonu gibi.

Cumhuriyet dindarlığı mescidi ve cami’yi pek tanımıyor; gözü hep kocamanlıkta. Kocatepevari camilerde. Gökdelenler gibi.

Peki mabedin içi? Şimdilik içini hiç konuşmayalım. Mabedin içini, yani kalbini, özünü, aslını, bâtınını. Hakikat ve ruhaniyetini yani.

Bu arada ezan meselesini de ihmal etmeyelim. Tartalım. Tartışalım.

Ezanın gürültüye dönüşmesinden kaynaklanan iticiliğinin müezzinin sesiyle, müzik bilgisiyle filan alâkası yok! Ezanda güzel olan, sesin güzelliğidir; insan sesinin güzelliği. Salt ahengi ve rengi değil, bir de zatı, özü, kendisi.




Ayarı kaçmış ezanların kulağı rahatsız etmesinin sebebi, gerçekte insan sesinin yokluğu. Duyulan bir teneke sesi. Metalik bir ses. Ayarı kaçmış teknik ses. Cumhuriyet dindarlığının sesi. Bugünün sesi. Modernliğin sesi.
Vasatın yani.

Minarelerde ezan okunmuyor, çalınıyor çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder