Nedir ışığın doğası?
Dalgacıklar hâlinde mi yayılır, parçacıklar
hâlinde mi?
XVII. yüzyılda Huygens ışığın özünde dalgacıkları görüyordu, Newton’sa parçacıkları. XX. yüzyılın başlarında Niels
Bohr ışığın ikili doğasını açıklar.
Bu Danimarkalı bilimadamına göre, ışık bazen dalgacık, bazen parçacık
gibi davranıyordu.
Böylelikle yeni bilimin paradigması Kuantum
Mekaniği ile şekilleniyordu. Heisenberg’in belirsizlik
ilkesiyle birlikte bilimadamları doğa karşısında daha mütevazi davranmayı
öğrendiler. Sürprizler bitmiyordu çünkü.
XIV. ve XV. yüzyıllarda müslüman bilimadamları
ışığın da, rengin de gerçek tanımının yapılamayacağını düşünüyorlardı, çünkü
duyuyla algılanabilen ışığın ve rengin sadece cüziyatıydı.
İlk tanım şuydu:
Işık, saydamlığın, saydam olması bakımından, ilk yetkinliğidir.
Adududdin İci’nin (öl. 1355) verdiği bu tanımı Seyyid Şerif Cürcanî (öl. 1413) şöyle açıklar:
“Saydam olması bakımından” kaydına itibar ediliyor, çünkü ışık saydamlığın cismiyetinde veya başka bir şeyde yetkinliği olmayıp bizatihi saydamlığında yetkinliğidir. Yani saydam olarak saydamlığında.
Seyyid Şerif kısa bir hatırlatma yapmaktan
kendini alamaz ve der ki:
İlk yetkinlikten (kemâl-i evvel) maksad arazî değil, zatî yetkinliktir.
Demek oluyor ki ışık saydamlığın varlığa
gelişidir. İlk kemâli. Özü.
Peki kemâl-i
evvel nedir?
Ne diyelim, modern bilimin terimleriyle
büyüyenlere Allah acısın!
Aristoteles Fiziğinin en önemli kavramlarından ἐντελέχεια (yetkinlik/kemâl) bugün ne
yazık ki hikmet’ten çok hikemiyat sahasında kullanılmaktadır. Bu yüzden de
bilimin değil, edebiyatın konusudur. Felsefe tarihinin.
Kısaca açıklamaya çalışayım: Doğal cisimlerin
ilk ve özsel (zâtî) yetkinliğine kemâl-i
evvel, buna mukabil ikincil ve niteliksel (arazî) yetkinliğine kemâl-i sânî denir. Sözgelimi insanın
doğumla birlikte varolması (zatî varoluşu) onun ilk yetkinliği, yaşam boyunca
tek tek niteliklerini gerçekleştirmesi (insan vasfını kazanması) ise ikinci
yetkinliğidir. İnsanın kemâle ermesinden sözeden sûfîlerin kasdettikleri hep
ikinci kemâldir. Varolmak bizatihi kemâldir çünkü.
Işıkla ilgili olarak müslüman bilimadamlarının
aktardıkları bir tanım daha vardır:
Işık, görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanmayan bir niteliktir.
Bu tanım yapılırken ışığın renkle karşıtlığı
dikkate alınmış. Çünkü renk görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanan bir
niteliktir. Eğer aydınlık/parlaklık (müstenir)
yoksa renk görülmez. Başka bir deyişle ışığın renge ihtiyacı yoktur ama rengin
ışığa ihtiyacı vardır; zira ışık rengin
varlık koşuludur.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da
ışığın da, rengin de birer keyfiyet
(nitelik) olarak görülmesi. Oysa modern bilim, sadece ışığı ve rengi mi,
neredeyse tüm varlığı bir nicelik kümesi olarak görmekte.
Heisenberg’ci belirsizlik, gerçekte bir ölçüm
belirsizliği idi. Örneğin elektronların konumunun ve hızının ölçümü. Ölçemezseniz
bilim yapamazsınız. Sayamaz ve ölçemezseniz... Doğa matematiğin diliyle
konuşuyor, kendisini nitelikler
yumağı arkasında saklıyor ama ölçüldükçe çözülüyor. Ölçülebildikçe.
Ne ki ziya
değil, nur. İkisi de ışık ama güneşin
ziyası (ضياء), ayın ise nûru (نور) vardır.
Bilimadamları nurdan değil, yukarıda görüldüğü gibi daha çok ziyadan (zav) sözederlerdi. Nur
ve istinare ise esasen metafizik bir
çerçevede kullanılıyordu. Nitekim Kur’an’da bir Nur Suresi’nin olduğu
hatırlanmalı.
Öncelikle ilk ayet:
الله نور السموات والارض
Allah(ın ayetleri) yerin ve göklerin nûrudur.
Bu nedenle biz ziyayı bir kenara bırakıp, nurla
devam edeceğiz yolumuza. Minare ile.
Menâre müslüman mabedinin en sevimli eklentilerden biri. Ezanın okunduğu yer.
Maddi aydınlatma, kandillerle aydınlatma mânâsında değil, bilâkis ezan-ı Muhammedî
ile âlemi ışıtma mahalli, tenvir ve istinare makamı. Müezzinlerin çağrılarının
duyulması için ezanı döne döne okudukları yükseklik, yani ışığın değil, sesin
döndüğü yer. Sesle, seslenmekle ışıtma. Okumakla.
Ne ilginç değil mi Ezan da okunur, Kur’an da. Sesin ışığı okumakla yayılır. İletmekle. Sözle.
İhmal edilen hakikatimiz.
Minareler şerefelerinden bu sesin ışığını
yayarlardı bir zamanlar. Nisbet ve tenasübleriyle gözlerimizi, müezzinlerin
çağrısıyla kulaklarımızı ışıltırlardı. “Haydi kurtuluşa” derlerdi. Oysa yarım
asırdan bu yana politik birer simgeye dönüştü minareler. Metafizik anlamını
kaybetmiş birer fallik sembole.
Cumhuriyet minareleri, bilhassa 1960’lerden
itibaren öz değerini ve anlamını kaybetmeye başladı. Minare yapımı halkın ve
mütahitlerin eline düşünce.
Daha çok, daha büyük, daha uzun, daha sivri ve
güya daha gösterişli, ama her halukârda daha çirkin.
İkisi de denizden görülen iki caminin
siluetini karşılaştırmak, belki dikkat çekmeye çalıştığım decadance’ı açık
kılmaya yarar.
Biri Süleymaniye Camii (1551-58), diğeri (Maltepe’deki)
Cumhuriyet Camii (1988-2001).
Birini Sultan, diğerini Halk yaptırmış. Birini
Mimar Sinan inşa etmiş, diğerini Mimar Saim Güner. Biri XVI. yüzyılın yapı
tekniğinin ürünü, diğeri XX. yüzyılın.
Garip olan şu ki ikisi de XVI. asrın Fizik ve
Astronomisinin metafizik sembollerini kullanıyor. İlki aslen, ikincisi
takliden. İlki sanat, diğeri kitsch.
Tesadüfe bakınız ki her iki caminin de dört minaresi var. Lütfen minarelerin boy ve stillerine dikkat ediniz! Bilhassa kubbeyle aralarındaki nisbete.
İmdi, ey talib, seni biraz üzeceğim, çünkü
hakikati söyleyeceğim:
Cumhuriyet dindarlığı da aynen Cumhuriyet Camii gibi, çağının kimi
çirkinlik ve zaaflarını üstlendiği hâlde, çağının kimi zenginliklerinden
mahrum. Öncelikle estetikten.
Beton gibi.
Sert.
Sağlam, kullanışlı ama çirkin.
Bugünün dindarlığını ve/veya dindarlığın
modern formlarını tartışamıyoruz. Değiniyoruz sadece.
Türkiye’nin düşünen kalemleri çok az. Nadir
bile değil, ender. Bazıları temas ediyorlar. Şikayet veya sitem ediyorlar,
kızıyor, söyleniyor ve fakat aslâ kuvvetle, tâ dibinden ve tüm açıklığıyla
kavrayamıyorlar olup biteni. Meseleler kavranamadığı (bütünüyle avuç içine
alınamadığı) için elde hakikî mefhumlar da yok, hakikî kelimeler de.
Ne demek hakikî
mefhumlar veya hakikî kelimeler?
Birine “Ne ikiyüzlü herif!” demekle, “Münafığın
teki!” demek arasındaki fark, fark-ı azimdir. Niçin? Çünkü ikiyüzlü kelimesini açıklayabilirsiniz ama tanımlayamazsınız. Oysa münafık kelimesini sadece açıklamakla
kalmaz, tanımlayabilirsiniz de. Bu yüzden münafık
ve nifak birer ıstılah, birer
terimdir. Münafık teriminin sadece zemini değil, tarihi de vardır. İkiyüzlü(lük) de bir kelimedir, hatta
bir sıfattır, bir tahkir ifadesidir, ama bir terim değildir. Terimleşememiştir.
Çünkü Türkçe’nin kullanıcıları bu kelimeyi terimleştirmeyi becerememişlerdir.
Düşünenler umumiyetle cılız mefhumlarla düşünüyorlar. Konuşanlarsa cansız kelimelerle konuşuyorlar. İddiaları ve dâvâları yok, güçlü mefhumlara niçin ihtiyaç duysunlar? İnançları ve heyecanları da yok ki “Hay senin ağzına sağlık!” denilsin! Bilenler bilir, artık dilin bereketi yok.
Gazetecilik diliyle konuşan ve düşünenlerin ellerinde çölleşen sözde bir ilim ve irfan dünyasında soluyoruz.
Şeyh Efendiler bile gazetecilik diliyle
konuşuyor ve yazıyorlar. Gazetecilik diliyle, yani derinliksiz, plaj suyu gibi,
ılık ve tuzlu, sarı, sapsarı, yürüyerek girilir, yaygındır, vaaz gibi. Oysa bir
zamanlar boğazın (İstanbul’un) serin ve derin sularına, dalmayı göze almadıkça giremezdiniz.
Yürüyemezdiniz. Atlamalıydınız. Atlamanın şiddetiyle dalmalıydınız. Derinlerde
seyretmeliydiniz. İlim gibi. İrfan gibi.
Düşünen/düşünebilecek zekâlar üzerindeki
görünmez siyasî tasallut da cabası.
— Zaten üstümüze geliyorlar, sırası mı bunların?
— Ne gereği var, durup dururken kendi ayağına
ateş etmenin? vs.
Keşke ateş edilebilseydi, belki ayağımız
kangren olmazdı.
Konuşkanlar taraf değil, çoğu taraftar. Taraf
olmanın bedeli var, taraftar olmanınsa hiç bir bedeli yok, izleme ücretinden
gayrı.
Bir minare bir müslümanın gözünü rahatsız eder
mi?
Şayet kişi, minareyi ideo lojik bir sembolden
ibaretmiş gibi telâkki ediyorsa, elbette rahatsız etmez. Böyleleri minarenin
uzunluğunu ve kalınlığını bir gövde gösterisi, bir meydan okuma gibi algılar;
gözleri minare ile kubbe arasında veya cami ile çevresi arasında nisbet ve
hatta münasebet aramaz. Nisbet ve münasebet arayan, eğitimli/terbiyeli gözlerse
şayet, elbette rahatsız olurlar.
Dört bir yanımız münasebetsiz ve nisbetsiz
camilerle dolu ne yazık ki.
Niçin hep Sinan dehasının betonarme
taklitleri? Niçin sadece Osmanlı dönemi mimarisi? Niçin hep kubbe? Hakiki kubbe
de değil, iğreti, yapmacık kubbeler!
Nerede o güzelim küçük, etlice minareleri olan
mescid mimarisi, çatı mimarisi?
Kudret ve iktidar yoksunu Cumhuriyet
dindarlığı, Sultan Süleyman dönemini taklid ediyor. Minare sayısının çokluğu ve
büyüklüğü siyasî ve iktisadî kudreti temsil eder; yani hanedanı.
Cumhuriyetin dindarı, ihtişamı hacim
itibariyle büyüklükte ve genişlikte arıyor. Siyasi ve iktisadî ihtişamı. Oysa
Osmanlının dindarları ihtişamı küçüklükte ararlardı. Siyasî ve iktisadî
ihtişamı değil, ruhî ve manevî (estetik) ihtişamı da gözetirlerdi.
Mescid,
Cami, Ulu Cami...
Sıralama böyle olmalıydı değil mi?
Cumhuriyet dindarlığı mescidi ve cami’yi pek
tanımıyor; gözü hep kocamanlıkta. Kocatepevari camilerde. Gökdelenler gibi.
Peki mabedin içi? Şimdilik içini hiç konuşmayalım. Mabedin içini,
yani kalbini, özünü, aslını, bâtınını. Hakikat ve ruhaniyetini yani.
Bu arada ezan
meselesini de ihmal etmeyelim. Tartalım. Tartışalım.
Ezanın gürültüye dönüşmesinden kaynaklanan
iticiliğinin müezzinin sesiyle, müzik bilgisiyle filan alâkası yok! Ezanda
güzel olan, sesin güzelliğidir; insan sesinin güzelliği. Salt ahengi ve rengi
değil, bir de zatı, özü, kendisi.
Vasatın yani.
Minarelerde ezan okunmuyor, çalınıyor çünkü.
Minarelerde ezan okunmuyor, çalınıyor çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder