30 Kasım 2008
Mağara’nın içini konuşmak zorunda kalıyoruz.
Mağaranın içinde konuşuyoruz çünkü. O hâlde kınamamalı, bilâkis anlamalı, mağaradakiler
için konuşuyoruz. Mağaradakilere ve
mağaradakilerle. Karşılıklı konuyoruz.
Bu-ara-da dili belirleyen de bizzat mağara. Bu
yüzden mağaranın diliyle konuşuyoruz. Anlaşabileceğimiz tek dille, mağaranın
diliyle. Mağaranın dili, gerçekte siyasetin ve ticaretin dili. Mülkiyetin ve
cinsiyetin. Gölgelerin. Evet, mağaranın dili, bil ki ey talib,
gölge-hakikatlerin dili. Yerin. Yerin yüzünün. Mağaranın dili, içerinin dili.
Yüzeyin.
Şimdi içerideyiz. Dışarısı yasak. Hep içerideyiz. Yüzeydeyiz. Mülkiyetin ve cinsiyetin içinde.
Mutlakiyet yanlılarının dünyayı kavrayışları idealisttir, idealistçedir, böyle de olmak zorundadır. Çünkü idealizm’in özü mutlakı talep eder, tümdengelimcidir. Bütünden parçaya doğru hareket eder. Hep bir kalkış noktası vardır, dünyayı kendisinden hareketle yorumlayacağı bir bütünü vardır.
İdealist, iyilikten hareketle iyi’ye ve ardından iyilere yönelir. İyi eldedir. Elindedir. O iyi’ye göre iyiler arar ve bulur. O hep aradıklarını bulur. Ne bulacağını bilerek arar. Hem de en baştan.
Analitik zekâ, tabiatı gereği demokrat olamaz. Çeşitlilikten hoşlanamaz. Yaşlıdır. Tecrübelidir. Çelişkiden, tutarsızlıktan, karmaşadan nefret eder. Mutlakiyetçidir. Bütüncüdür. Kesinlikçidir. Çizgileri vardır. Nesnelerin dış çizgileri. Onları belirleyen, belirten çizgileri. Çokluk deterministtir. Belirlemeci.
Özgürlüğü sevmez. İmkânı. Olabilirliği.
İhtimali. Farklı seçenekleri.
Ah o mantıkçılar ve matematikçiler! Tarihçiler ve siyasetçiler! Bilimciler! Bir tabloda aslâ renk çeşitliliğine, renklerin hareketliliğine tahammül edemezler. Resimde de, müzikte de. Nesnelerin düzenini ararlar. Tabloda her şeyin yerli yerinde olmasını isterler. Gerçekte nasılsalar aynen öyle. Gerçekte, yani doğada ve zihinde. Kendi hakikatinde. Önde olan, önemli olan çizgilerdir, sınırlardır, renkler değil.
VE sesler. Sesleri bile muayyen bölgelerde
tutmak isterler. Sedayı da, edayı da bitirmek isterler. Çünkü eserin bitmişliği
etkiler onları. Bitmemiş gibi duran eserlerden nefret ederler. Rembrandt’tan, Delacroix’dan,
Manet’den, Cézanne’dan, hatta Rodin’den.
Nietzsche’den de, şizofreni’den de, hezeyan’dan da. Dementia praecox’tan. Ah, bir de her fırsatta şatahattan. Bitmemiş gibi görünen ne varsa hepsinden. Karmaşık ve alacalı-bulacalı görünenden.
İdealar adına. Devlet adına. Millet adına. Kutsallaştırılmış bir takım hakikatler adına. Oysa gerçekte hep o kahrolası kavrayış biçimleri adına.
Sadece Platon mu, Descartes da, Leibnitz de, Spinoza da, demokrat olamazlardı. Kant da, Hegel de. Eskiler değil sadece, yeniler de. Meselâ Heidegger de. Şaşırmayınız lütfen, Marx da, Lenin de. Fakihler de. Usulcüler de. Zahir ehli de. Hep akademisyenler. Hep skolastikler. Hep düzenciler. Özleri gereği.
Descartes, bazı bilgiçlerin zannettiği gibi, bir kuşkucu değildi, bilâkis dibine değin bir kuşku-düşmanıydı. Matematikçiydi çünkü.
Bilemediklerinden, bulamadıklarından değil, zihin yapılarından, dünyayı kavrama biçimlerinden ötürü. Bakışlarından, bakışaçılarından ötürü.
Sağcılık bir zihin biçimidir. Statükocudur.
Düzeni sever. Düzene girmeyi. Düzen vermeyi. Her şeyi düzene koymayı. Kısacası,
düzenliliği. Düzenliliği ve kesinliği. Sınırları. Muhalefetteyken, muhalifken
bile mutlakiyetçidir. Sırtını kesinliğe dayar. Sınıra. Özgürlüğü tehdit edici
görür. Sistemi tehdit edici.
İdealist felsefe kendisini Newton fiziğiyle ifade etti. Birlikçi ve kesinlikçi idi. Belirlemeci olması kaçınılmazdı. Bilimde determinist, siyasette mutlakiyetçi, felsefede idealist, dinde akideci.
İşte size mağaranın düzen yanlıları. Kuşku-düşmanları.
Mağaranın sağında da, solunda da böylesi belirlenimci zekâların sayısı hiç de az değildir. Tesadüflerden hazzetmezler. Tevekkül nedir, onu da pek bilmezler. Şöyle bir içten, Allah kerimdir diyemezler. Dindarlıkları da hiç çekilmez bu yüzden.
Bu mağaranın kuşkucuları da var pek tabii ki.
Garipleri.
Bir tabloda ışığın dalgalanımlarını merak eden, renklerin çeşitliliğiyle coşan, bitmişlik duygusunu tanımayan, tanısa bile önemsemeyen abdalları. Fırçalarını atölye ışığına ayarlamaktan bıkıp doğaya çıkan delileri. Güneşe baktıkları için gözlerini kaybeden körleri. Anı yakalamaya çalışan, anda gördüğünü önemseyen, o ânı eteklerini çekiştire çekiştire genişleten, tüm dünyayı bir noktaya irca edip o dünyayı bir anda gören, görmeyi deneyen dervişleri.
Ah o sevimli ser-serîler! Mağaranın dışına çıkma şansına sahip çılgınlar! Risk ile rızk arasında irtibat kurmaktan kaçınmayan âşıklar! Riski rızk bilenler! Allah kerimdir, deyip dünyaya nanik yapanlar!
Ferdiyeti muhafaza kolay mıdır sanıyorsun ey talib?
Renklerin çeşitliliğinde ışığı, çizgilerin boyutlarında noktayı, koca zaman içinde ânı, çokluk içinde birliği görmek? Gölgeler uğruna gölgeleşmek? Mağara gevezelikleriyle koca bir ömrü tüketip Şems gibi tenden çıkıp canana gidememek?
Ne yazık ki Celâleddin’i sürüye kurban verdik, halkın nazarına. Şems’i ise mağaranın dışına çıkardık, cesediyle mağaranın dışında bıraktık.
Birey olmak neyine ey talib, senin payına sade Celâleddin düştü, sade Şems’in gölgesi. Şems’in, yani güneşin.
Herkesle birlikte sen de karşındaki duvara bak dur, gölge-hakikatlere. Mevlâ’ya, Mevlâna’ya. Belki birgün dönersen görürsün, bakarsan. Hakikat arkanda.
Çıplak hakikat, yani güneş, yani şems.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder