Fernando Botero.
Hacimli gövdelerin ressamı.
Bir abartı sarhoşu.
Renklerin neş’esini serimlemek uğruna
sınırları yoksayan koca çocuk. Bu sebepten olsa gerek, orta yaş kadınlarının
tutkusu.
Köşelerden nefret ediyor. Sivri ve keskin
uçlardan. Bu nedenle çizgileri yuvarlamaktan kaçınmıyor. Hacimli gövdelere
ihtiyacı var. Çünkü renklere ihtiyacı var. Gerçekliğe temas etmekten korkuyor.
Hakikate.
Güzel olanı bilmiyor. Bilmek de istemiyor. Umursamıyor da zaten. Ona, hoş olan yetiyor. Hoş ve sevimli olan...
Başka bir deyişle, aşkı değil, sevgiyi tercih
ediyor. Zirveleri değil, ovaları.
Ağzına doldurduğu kirazlardan dolayı avurtları şişmiş çocuk gibi cüsselidir Botero’nun çehreleri. İmaları bakımından.
Bu nedenle gövdeler hep iri ve geniş.
Gözönünde tüm nesneler. Hüzünden uzak, çocuksu bir neş’e. Bazen muzipçe, bazen de kulağını verene şen dul kahkahaları işittirecek denli naif.
Gözönünde tüm nesneler. Hüzünden uzak, çocuksu bir neş’e. Bazen muzipçe, bazen de kulağını verene şen dul kahkahaları işittirecek denli naif.

Fırça hep bir çocuğun elinde. Öyle ki yetişkinler bile bir çocuğun resmedebileceği kadar yetişkindir ancak. Kadınlar da, erkekler de.
Botero’nun figürleri zannedildiğinin aksine hiç de şişman değildir. Kendisinin de işaret ettiği gibi, şişmanları çizmez Botero, sadece eşyaya hacim verir. Abartır. Büyütür. Genişletir.
Gerçekliği abartılı bir biçimde görür zaten.
Abartı sanatçının ellerinde değil, bakışındadır. O aslında gördüğünü çizer.
Figüratif olanı. Cismi.
Bu nedenle tablolarında yine de hacmi büyüyen
gövdelere değil, küçülenlere bakmalı asıl. Meselâ masanın üzerindeki o kocaman
istakoza veya oyuncunun arkasında saklı iskambil kağıdına değil, masaların
üzerinde sallanan o sevimsiz, o küçücük ampullere! Devasa çehrelere değil,
büzüşmüş mini minnacık ağız ve dudaklara! Mandolinin de teknesinin hacmine
değil, ortadaki deliğin hacmine.
Demem o ki Botero çizdiği/çizebildiği kadarını
görmüş ve doğal olarak ancak gördüğünü çizmiştir.
Dört yaşındayken kırkbir yaşındaki babasını
kaybeden sanatçı, babasının yaşına geldiğinde bu sefer dört yaşındakini oğlunu
kaybeder. Büyümek istemeyişi muhtemelen bundan. O buruk neş’esi. Gerçeklikten uzak
duruşu. Dramdan, ve daha çok trajediden.
Arenalardan, sirklerden hiç ayrılmak istemez.
Çocuksu bir mesafe, yapay bir neş’e katmaksızın yetişkinlerin dünyasını
yorumlamayı istemez; barları, kahvehaneleri, genelevleri.
Sembolleştirmeleri de çocukçadır. Hepsi de
basit ironiler içerirler. Portakalları. Mandolinleri. Fahişeleri. Rahib ve
rahibeleri.
Kolombiyalı sanatçının zihnine, barış ve
özgürlük deyince defne dalı veya güvercin gelir. Kuyuların derinliğinden korkar
çünkü.
Botero Ebu Garib Hapishanesi'nde insana reva görülen zulüm ve işkenceleri tabloları aracılığıyla dünyaya duyuran belki de yegane büyük ressamdır. Vicdanı fırçalarına cesaret verir. İstinad ettiği biricik güç muhayyilesi değil, bu sefer gerçeklerin ta kendisidir. Turuncuların, mavilerin, sarıların yanısıra paletinde artık kan kırmızı da vardır. Acı vardır. Üzüntü vardır. Fakat her şeyden daha çok erdem vardır.
Eleştirmenlerin, sanatçının eserlerinde Latin Amerika sanatının izlerini bulmaya yönelik teşebbüsleri, en çok sanat tarihi öğrencilerini heyecanlandırmaya yarar.
Bir gölün genişliği belki bir kuyunun derinliğine tercih edilebilir ama, okyanus sözkonusu oldukta, bilinmelidir ki bu mukayese en son tahlilde lâfazanlıktan öte bir mânâ taşımayacaktır.
Panofsky’nin terimleriyle ifade edecek
olursak, Botero essential
(ikonolojik) olanı değil, fenomenal
(ikonografik) olanı görmüştür hep.
Eşyaya bakışında en ve boy vardır, genişlik yani. Derinlik ise, sanatçının ihtiyaç duymadığı boyuttur. Derinlik, trajik olandır çünkü. Gerçeğin o soğuk suyuna parmak ucunuzu değdirmekle yetinemezsiniz, bizzat deryanın içine atlamalısınız. Ayağınız dibe değmeli. Batmalısınız.
Trajik olan hüzün ister. Gözleri biraz yummak
suretiyle eşyaya bakmayı gerektirir; kaybedilen neyse onunla yüzleşmeyi.
Ben tablolarından çok, heykellerini severim Botero’nun.
Yeteneği, asıl heykellerinde zirvesine çıkar. Daire, heykelleriyle tamamlanır sanki.
Bütün, tablolarında değil, heykellerindedir.
Niçin?
Sanatçı, heykellerinde beyhude yere yetişkin taklidine kalkışmadığı için. O oradadır. Ne bakan, ne de bakılan, bizatihi bakış oradadır.
Heykelleri sözkonusu olduğunda Botero aradan
çekilir, ve bakan herkes çocuklaşır. Bütün o sevimli gövdeler, resimlerinin
aksine, hakikatin temsili değil, kendisi hâline gelir.
Bu nedenle de artık boyut değiştiren, nesneler
değil, izleyicidir.
Bilimin normali tanımak için a-normale, standardı belirlemek için standart-dışına ihtiyaç duyması boşuna değildir. Kural-dışılık varsayılmadıkça kuraldan söz edilemez çünkü. Tıb dahi sıhhatin temelini patolojide bulur. Bedenen ve ruhen.
VE abartı, bu nedenledir ki gerçeklikten emin olmanın en kadim yollarından biridir.
Ey talib, o halde, önce normalden uzaklaş, hiç değilse biraz, sonra bak bakalım yeniden eski haline gelebiliyor musun?
Günahtan sonra tevbe edip arınanlardan olabiliyor musun?
Nereye bakacaksın?
Kalbine.
Rikkatle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder