Haziran 2017
Oyun...
her türlü sanatın kökeni, bir yordam, üstelik ıslık çalmak kadar aylakça, bulutların üzerinde gezinmek
kadar çocukça, sırf gerçekliği aşmak
için, doğanın ve insanın gerçekliğini.
Oyun...
enikonu bir yordam.
Gerçeklik
olarak gerçeklik daima yıkıcıdır çünkü, ve kendinde varlık kadar hem dolayımsız
hem anlamsızdır. Söylemeden edemem: varlığın yükü düşlemin yardımı olmaksızın asla
taşınabilir değildir, zira bu beli çatırdatan yükün kendisi kesinlikle bilinebilir
değildir.
Düşlem
gerçekliği çarpıtmak için var, varoluşu katlanılabilir kılmak için, eşdeyişle
bu dünyayı bir oyun ve eğlenceye çevirmek için, ısrarla büyümemek, çatık kaşlı dünyanın o kibirli
buyruklarına inatla ve biteviye karşı koyabilmek için.
İnanç,
oyunun en kararlı hasmı, çünkü oyun, yaşam ve zorunlulukları karşısında ne
denli umursamaz, ne denli kayıtsız kalmak anlamına geliyorsa, inanç da bir o
kadar bu zorunlulukları ciddiye almak ve dünyanın çatık kaşlı yanlarına bu
sefer yasanın çatık kaşlılığıyla
karşı koymak demek: ödevlerle.
Hüznü,
ödevlerini titizlikle yerine getirmekten kaynaklanır.
Neşe
varsa hüzün de vardır, hak varsa ödev de, sorumluluk da. Ne ki çoğu zaman
ödevleri yerine getirebilmek için insana gerekli o kudret ve kuvvetin kendisi yoktur,
onların yerine inanç vardır, kuvvet ve kudret yerine sadece inanç. O inanç ki tüm
yaşamsal ödevlerin kaynağıdır: toplumsal ritmin, tapınmanın, şükretmenin, şükrü
eda etmenin, kısaca, zorunlulukların kıyıcılığından ancak onlara boyun eğmekle
kaçınılabileceği umudunun...
Başka
bir nedenle değil, sadece güçsüzlük varolduğu için inanç vardır, inancın yaşaması
için de düşlem ve imgelem.
İnsan
büyüdükçe oyunun yerini inanç alır, eğlencenin yerini ciddiyet.
Oyunun
kuralları vardır, toplumunsa yasaları. Bu yüzden önce kurallar gelir, ardından da yasa.
ANNEnin yanında birdenbire BABA beliriverir, “meli-malı” kipinin, hani gerekliliğin tecessüm etmiş hâli şu çatık kaşlı zât: iznin yanında ödev,
tatilin yanında çalışma, kaytarmanın yanında görev: ezeli ve ebedi nöbetler ve bitmek
bilmez yapmalısın’lar, etmelisin’ler...
İnanç
umudun herhangi biçimde yitmesine asla tahammül edemez, bu nedenle de tinsel
yaşamın ciddiyetini ihlal edecek her türlü laubalilikten nefret eder, ister ki
tüm yaşam bir tapınmaya dönüşsün, tümüyle bir duaya, en kapsayıcı biçimiyle bir
umuda, ve diler ki doğa da böylelikle yaşamı zora sokmaktan, ısrarla başa bela
olmaktan, buyurdukça buyurmaktan vazgeçsin.
Oyun
ne denli çocukça ise inanç da o
denli ergence. Düşlemin tam da ortasından
yarıldığı yerdir burası. Ergenlik çağı düşlerimiz cehennem kadar gürültülüyken
çocukluk çağı düşlerimiz tıpkı cennet kadar, ölüm kadar âsudedir, firdevs kadar
sessiz ve dingince.
Yahya
Kemal ne güzel söyler:
Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde
Neşeli
çocuklardır rindler, düşlerinde yaşıyormuşcasına umursamaz ve kayıtsızdırlar.
Hüzünden çok neşeye, inançtan çok oyuna, ergenlikten çok çocukluğa yakın
sayılırlar. Büyümüş de küçülmüşlerdir sanki.
Rindler,
dervişler güruhu, eski deyişle
ibn’ul-vakt’ler, yani sadece ânı yaşayan şehrin aylakları gerçekte boş zamanın
çocuklarıdır, ağustos böcekleri gibi daimi tatildedirler, sürekli istirahatte.
Kültürü onlar yaratırlar, çünkü içinde yaşadıkları topluma dışarıdan bakmayı
bir tek onlar becerebilirler. Tembel ve laubali görünmeleri de bundandır.
Ne
işe yarar bu çapulcu sürüsü?
Hiçbir
işe!
Evet,
çapulcu sürüsü toplumsal standartlar açısından hiçbir işe yaramazlar.
Ayak
takımıdırlar, biteviye yürürler,
çünkü çalışmazlar. Beste yaparlar, şarkı söylerler, resim yaparlar, sergi
gezerler, okurlar, yazarlar, çay-kahve içip gevezelik ederler, ve fakat asla
çalışmazlar. Nasıl çalışsınlar, onlar yerlerinde saymaktan başka bir iş yapmayı
bilmezler.
Haklarında
kullanılan güruh, sürü, takım gibi
ciddiyet ima eden şu çoğul nitelemelere takılmayın, onlar grup bile değildirler, sokakta görseler, değil başkalarını
kendilerini bile tanımazlar. Hiçliklerinde yitip gitmiş gibidirler.
Sahilsizdirler. Daima oyundadırlar çünkü. Nöbet yerini çoktan terketmişlerdir.
Ne yapsınlar, bir kez olsun durmaya, yani düşünmeye karar vermişlerdir.
Öyle
ya, gün gelecek önünde sonunda şu çatık kaşlı dünyaya bir oyun oynayacaklardır.
Oyun ve Sanat
1.
Pieter Brueghel, Çocuk Oyunları (1560)
2.
John
Everett Millais, Babasının Evinde İsa
(1849-50)
3.
Edward Hopper, Mavi Gece [Oyun Bitti] (1914)
Oyun ve Sinema
1.
Federico Fellini, Amarcord (1973)
2.
Ingmar Bergman, Fanny and Alexander
(1982)
3. Giuseppe Tornatore, Cinema
Paradiso (1990)
Oyun ve Kitap
1.
Johan Huinzinga, “Homo Ludens/Oyunun Toplumsal
İşlevi Üzerine Bir Deneme” (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), İstanbul 2013
2.
Eugen Fink, “Bir Dünya Sembolü Olarak
Oyun” (Çev. Necati Aça), Ankara 2015
3.
Derleme: “Saraydan Sokağa Oyun”
(Haz. Fatma Akyürek-Gül Özturanlı), İstanbul 2014
*OT Dergi


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder