Sayfalar

Aklın Onuru: Aristoteles

Şubat 2016




“Aristoteles'in Nefs Üzerine (Peri Psûkhe) adlı kitabını iki yüz kere okudum.”
Bu açıklama ünlü müslüman filozof Farabi’ye (öl. 950) ait, tıpkı şu açıklama gibi:
Aristoteles'in Fizika'sını kırk kez okudum, ama hâlen yeniden okumaya muhtaç olduğumu görüyorum.”
Bugün bir kitabı bile baştan sona dikkatlice okumaya tahammül edemeyen, hakikat tutkusunu yitirmiş bizler için böylesi açıklamalar biraz abartı gibi gelebilir, ama abartı değil, aynıyla hakikat. Gerçekte tanrıyı, doğayı, yaşamı, insanı anlamak isteyen her büyük zekânın çırpınışlarının bilindik öykülerinden biridir okumak, defalarca okumak, sırf anlamak için bir ömür boyu inadına okumak.
* * *
Yaşamdan payını eksiltmeyi göze almadıkça, insan, hakikatin merdivenlerini tırmanamaz. Bu, ne yazık ki kalabalıkların tanımadığı bir başka yaşamın, bios theoretikos’un yazgısıdır, vita contemplativa’nın. Nitekim bir başka müslüman filozof, İbn Sina da (öl. 1037) bize benzer bir öykü anlatacaktır:
“Aristoteles'in Metafizika adlı eserini ezberleyene değin kırk kez okudum ama yine de anlamadım,  maksadını da kavrayamadım.”
Aristoteles’in başyapıtıyla ilgili bu kişisel öykü biraz daha ayrıntılı olarak aktarılmayı hak ediyor:
“... sonra ilahiyat’ı tahsil için Metafizika’yı okudum. Bu kitabı anlayamıyor, yazarın maksadını bir türlü kestiremiyordum. Tekrar tekrar okudum. Tekrarlarım kırkı bulmuş, artık kitabı neredeyse ezberlemiştim. Fakat yine de anlamıyor, kitabın hangi amaçla yazılmış olduğunu kavrayamıyordum. Tam ümidimi kesmiş, bu kitabın anlaşılmaz olduğuna karar vermiştim ki bir ikindi üzeri sahaflar çarşısındayken satıcının biri bana elinde bulunan bir kitapçığı gösterdi. Metafizika’ya dair olduğunu farkedince, bu ilmin bana bir yararı olmayacağı düşüncesiyle kitabı hemen elimden bıraktım. Satıcı “Bu kitabı al, çok ucuz, size üç dirheme veririm, zaten sahibinin de bu paraya ihtiyacı var” diye ısrar edince kitabı aldım. Biraz gözden geçirdiğimde, onun Farabi’nin Metafizika’dan maksadın neler olduğunu bildiren eseri olduğunu gördüm. Aceleyle eve dönüp hemen heyecanla okumaya başladım. Önceden Metafizika’yı ezberlemiş olduğumdan bu sefer maksadının ne olduğunu derhal kavradım. Ertesi gün sevincimden Tanrı’ya şükranlarımı sunmak amacıyla yoksullara çokça sadaka verdim.”
Uzun yıllardan sonra Gazalî (ö. 1111) Platon ile Aristoteles’in, ama özellikle izleyicilerinin Feylesûf-ı Mutlak (mutlak filozof) ve Muallim-i Evvel (ilk öğretici) sıfatlarıyla niteledikleri Aristoteles felsefesini eleştirmek için kalemi eline aldığında, hedefe sadece iki kişiyi yerleştirecektir, çünkü ona göre, İslam dünyasında,
“Aristoteles’i en iyi aktarıp inceleyen iki temsilci, Farabi ile İbn Sina’dır.”
* * *
Aristoteles’e göre, insanın en sağlam bilgi edinme yollarından biri, belki de ilki deneyimdir, sonra sanat ve sonra teorik bilim. Deneyimlerimize güveniriz, deneyimli kişilere de, ne ki deneyim sağlam olduğu ölçüde öznellik ve kişisellikle yaralıdır, düşünceden aldığı pay yok gibidir, çünkü deneyimle şeylerin ne olduğunu biliriz, niçin ve nasıl öyle olduğunu değil. Bu nedenle de deneyim aktarılamaz, başkalarına öğretilemez. Oysa şeylerin nasıl ve niçin öyle olduklarının bilgisi olarak sanatlar ile bilimin ayırıcı vasfı “öğretilebilir” olmaktır. İslam dünyasında Aristoteles’e ilk öğretici (muallim-i evvel) denilmesinin en önemli nedeni de budur, çünkü o çok çeşitli alanlara yayılmış bilgileri kendisinden öncekilerle karşılaştırılamayacak biçimde düzenlemiş, ilkelerini, amaç ve yöntemlerini belirlemiş ve böylelikle daha en temelinde onları öğretilebilir kılmıştır.
Felsefe tarihinin en vazgeçilmez kişiliklerinin başında gelen bu büyük filozofun takipçileri, ilk öğreticilerini yüceltmekte neredeyse sınır tanımamışlar, hatta onu asırlarca tartışılmaz bir otorite olarak kabul etmekte tereddüt bile etmemişlerdir. Öyle ki müslüman, hıristiyan veya yahudi felsefeciler onun görüşlerini kendi inançlarıyla uzlaştırmak için her türlü yolu denemişler, başarılı olamadıkları meselelerde ise ya ister istemez ona yine ondan öğrendikleriyle karşı çıkmışlar ya da bu sefer Platon’dan öğrendikleriyle.
Bu bağlamda Şehristanî’nin (ö. 1153) şu sözleri, ancak bazı çekincelerle birlikte doğru kabul edilebilir:
Sonrakiler Aristoteles’e hiçbir görüşte muhalefet etmemişler, hiçbir hükümde onunla tartışmada bulunmamışlardır, bir bakıma onun mukallidi olup daima ona teveccüh etmişlerdir. Oysa hakikat hiç de onların zannettiği gibi değildir.
Felsefe tarihinin anaçizgileri gözönünde tutulacak olursa, tartışmalar genellikle Aristoteles’le Platon’un uzlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır. Helenistik Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, hatta Modern Çağ’da bile felsefeciler ya Platoncudur, ya Aristotelesçidir, ya da hem Platoncu, hem Aristotelesçidir, ancak felsefe ve bilimin katettiği bunca yoldan sonra günümüzde bile, en temelde, gerçek anlamıyla ne Platoncu, ne Aristotelesçi olan bir tek filozof bile bulmak olanaksızdır. Galileo ve Descartes gerçek bir Aristoteles muhalifiydi, ancak o denli de birer Platoncu. Locke ise adını pek anmaksızın Aristoteles’in zengin mirasını yağmalayanlardan.  Kant da, bu büyük usta, Ortaçağlardaki seleflerini şaşırtmayacak şekilde sahici bir uzlaşmacıydı. Hegel’e gelince, bu dehaya “Alman Aristoteles” dendiği unutulmamalıdır. Ya Marx? Marx bu Alman Aristoteles’e olduğu kadar, asıl Aristoteles’e de borcunu hiç inkar etmemiştir. Tereddüt edenler, lütfen Das Kapital’in sayfalarına dalmayı ihmal etmesinler! Peki Heidegger? Birikiminin büyük kısmı Aristoteles’e adanmış yılların, ki en az 10 yıl, bir hasılasıdır.
Şimdilik bu kadarı yeter!
* * *
Aristoteles’in en önemli yorumcularından, III. asırda yaşamış olan Ammonius Saccas (İslam dünyasında Arapça çevirisi Farabi’ye de atfedilen bir risalesinde), bir felsefe öğreticisinin Aristoteles’i anlatırken nasıl davranması gerektiğine ilişkin olarak şöyle der:
“Öğreticinin Aristoteles’e olan sevgisi, onu hakikatten üstün tutacak dereceye varmamalı ve fakat Aristoteles’e duyulan güveni sarsacak kadar da onun aleyhinde bulunmamalıdır.”
Karşıtlarını bir kenara bıraksak bile izleyicileri için bu hassasiyetin her zaman gösterildiğini söyleyemeyiz. Örneğin Beyrunî (öl. 1048) gibi bir bilimadamı yazdığı bir mektubunda, hem de hiçbir komplekse kapılmadan, İbn Sina’ya şu sözleri yazmaktan kaçınmayacaktır:
“Eski devirlerin tanıklığı, dağlardaki yeniliğin ortaya çıkmasıyla nasıl batıl olmuşsa, Aristoteles’in dayandığı eski bilgiler de öylece batıldır.”
Üstadına yönelik bu yıkıcı eleştiriye İbn Sina’nın yanıtı çok sert ve bir o kadar da acımasız olacak, Beyrunî’ye sırf bir başka Aristoteles eleştirmenine, John Philoponus’ın arkasına saklandığı için çok ağır bir tepki verecektir.
Farabi de Platon’la Aristoteles arasında bir tercih yapması gerektiğinde Aristoteles’ten yana olmakta bir an bile tereddüt etmez, ünlü tabib Galen’in Aristoteles eleştirilerini yanıtlarken o da benzer bir tepki vererek Platon’u (Raffaello’nun Atina Okulu freskinde elinde tuttuğu şu) ünlü eseri Timaios’le özdeşleştirip şöyle bir tavır ortaya koyar:
“Görülüyor ki Galen’in Aristoteles’e muhalefet ettiği her yerdeki görüşü gerçekte Timaios’e ve Platon’a ait, çünkü Galen Aristoteles’e göre doğru olanı bilmekten acizdir. Oysa doğru görüş Aristoteles’inkidir, Timaios’un değil!”
Bir tabib olarak Galen, bu büyük Aristoteles eleştirmeni, Orta Çağ’a özgü uzlaşım denemelerini sekteye uğratacak, bu yüzden de hakkında söylenmedik kötü söz kalmayacaktır. Örneğin XI. yüzyılda yaşamış bir tabib, Ubeydullah b. Cibrâîl el-Buhtişu, çaresiz şöyle demek zorunda kalacaktır:
“Bizler tabib olarak meseleleri öğrenmede idrakimiz yetersiz kalıp onların hakikatini kavramada aciz kalırsak, bu durumda Hipokrat ve Galen’i takip etmemiz gerekir. Felsefeci olmamız bakımındansa Platon ve Aristoteles’i benimser ve savunduğumuz fikirlerde hakem olarak onları izleriz.”
Ortaçağ Platon ile Aristoteles’i karşı karşıya tasavvur etmek istemez, çünkü inanç temellerini ancak bu iki filozofu bir arada tutarak temellendirmeyi başarabilirler. Ne ki bu iyimserliği sürdürmek olanaklı olmadığında eklektik davranarak bazen birini, bazen diğerini seçerler. Bu nedenle izleyicileri her ne kadar bizzat Aristoteles’e toz kondurmak istemeseler de düşünmenin doğası gereği bilerek veya bilmeyerek onunla ters düşmemeyi başaramadıkları zamanlar da olmuştur. Nitekim İbn Haldun (ö. 1406) bu açıdan iki büyük Aristotelesçi arasında şu ayrımı yapar:
“İbn Sina pekçok meselede Aristoteles’e muhalif olup kendi fikri üzre gitmişse de İbn Rüşd Aristoteles’e muhalefeti hiç tercih etmeksizin onun kitaplarını özetlemiş veya şerh etmiştir.”
İbn Rüşd bir başka fasıl, üzerinde ayrıca durulması gerek! Neredeyse bir tek müslüman öğrencisi olmamış ızdırap dolu bir zekâ, çünkü sahici bir Aristoteles öğreticisi! Hiç abartmaksızın söyleyelim: Rönesansın gerçek hazırlayıcısı! Öğrencileri ise, Paris Üniversitesi’nden ya Sigerus de Brabantia, Dacia’lı Boethius (hatta Padova’lı Marsillius) seküler Latin İbn Rüşdçüleri, ya kendisine muhalefet etmiş de olsalar asla talebeleri olmaktan kaçınamamış Hıristiyan Aristotelesçiliğinin babaları: Albertus Magnus ve Thomas Aquinas. Ve tabii bir de ona hürmet etmekten kendini alamayan Dante Alighieri!
* * *
Çoğunlukla Aristoteles’i anadilinde okumaya hiç gerek duymamış, duyduğunda da denememiş, deneme olanağı bulamamış sevdalı insanların öyküsü bu! Uzun bir öykü, hem de çok uzun, bedeli de o denli büyük bir öykü. Dili bir engel olmaktan çıkaracak denli ızdıraplı bir öykü. Çünkü bir bilim tarihçisi olan Alexandre Koyré’nin (öl. 1967) de dediği gibi:
“Aristoteles'i ya da Platon'u anlamak için Yunanca bilmek yetmez -klasik filologların sıkça içine düştükleri bir yanılgıdır bu!- felsefe de bilmek gerek!”
XIII. yüzyılda Aristoteles’in öğretilmesini tümüyle yasaklamaya çalışan Kilise zihniyetini, özellikle Paris Psikoposu Etienne Tempier (öl. 1279) gibilerini artık hatırlamıyoruz, doğrusu hatırlamak da istemiyoruz. Aksine düşünmeye hürmeten düşünüre hürmet etmeyi bir görev addediyoruz. Öyle ya, kimdi Aristoteles, denirse, Heidegger’in dediği gibi sadece şöyle diyoruz:
“Doğdu, düşündü, öldü.”
* * *
2400 yıl sonra 2016 Aristoteles’e adandı, bu yazı da bu büyük filozofa bir hürmet borcunun ifadesi. Bu yüzden Kindi’nin çağlar ötesinden yankılanan sesiyle sonlanması en uygunu:
“Felsefede Yunanlıların seçkin kişisi olan Aristoteles ne güzel söyler: “Bize hakikat adına bir şey getirenler bir yana, onların atalarına da teşekkür etmeliyiz, çünkü onlar bunların varoluş nedeni, bunlar da bizim hakikate ulaşmamızın nedenidirler.” Nereden gelirse gelsin, isterse bize uzak ve karşıt uluslardan gelsin, hakikatin güzelliğini benimsemekten ve ona sahip olmaktan utanmamalıyız, çünkü hakikati arayan için hakikatten daha değerli bir şey yoktur. O halde hakikati eksik görmek ve onu söyleyeni ve getireni küçümsemek yakışık almaz. Hiç kimse hakikati küçümsemez, aksine herkes ondan şeref duyar.”


İmdi, 2016’da, Aristoteles yılında bizler de üzerimize düşeni yapmalı ve hiç değilse gerçekte ödenemeyecek bir borcun özrünü dile getirebilmeliyiz.

*OT Dergi Şubat Sayısı


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder