7 Ocak 2006
İnsanlık
tarihi, hiç değilse tabiî (biyolojik) olarak kadın ve erkek arasındaki
ilişkiyle başlar. Dinen ise, bu ilişkinin mahiyetinin (çok farklı yorumlara yol
açacak denli bozulması’nın), insanoğlunun cennetten yeryüzüne
indirilmesine ve yeni yurdunda sıkıntılı bir hayat sürmesine neden olduğuna
inanılır.
Kadın-erkek
ilişkilerinin seyrine dair birçok açıdan neşeli sayılabilecek hikâyelerle
dolup taşan tarihin arasokaklarında küçük bir gezinti yapıp bu ilişkinin ne
ilginç safhalardan geçtiğine bakmakta yarar var, zira zaman zaman olan ile anlatılan arasındaki mesafenin, sanıldığından çok daha geniş
olduğu görülüyor. Sözgelimi İslâm toplumlarında, eşinden boşanmak isteyen
erkeğin, güya üç kez boş ol demesiyle karısını boşayabildiği, yani
anlaşamadığı eşinden bir çırpıda kurtulabildiği söylenir ki bu söylenceyi
doğrulayacak kimi örnekleri tarih içerisinde bulmak mümkün olabileceği gibi,
çok sayıda aksi örnek bulmak da mümkündür.
Okumalarım
sırasında görüp bir kenara kaydettiğim bir anektodu, okurun en azından mizah
yeteneğine güvenerek aktarmak isterim. Metin, Cenab-ı Hakk'ın hoş görmediği
helâllerden olan boşanma sürecinin sıradışı bir yorumu sayılabilir
pekâlâ.
Aşağıda okuyacağınız metin XVI. yüzyıl
Türkçesiyle kaleme alınmıştır, zira metnin yazarı, ünlü Osmanlı âlim-sûfîlerinden Muhyî-i Gülşenî’dir.
Eğer bir kimesne nâ-münasib bir zene girifdâr olsa, mâ-dâme ki halâsı mümkindir, sa‘y ide; ki yılan ve yırtıcıdan yaramazdır. Ve eğer halâs müşkil ola, dört hîle etmek gerek.
Yani, kendisine uygun olmayan bir eş
seçmiş olan kimse, şayet anlaşarak kurtulmak mümkünse hemen kurtulmaya
(ayrılmaya) çalışsın, zira uygun olmayan bir eş, insanı ölmekten de beter eder.
Eğer ayrılmak pek o kadar kolay değilse, şu dört çareye başvursun:
Evvelâ, mal bezletmek gerek, ki nefs u ırzı saklamak yeğdir mal saklamaktan ki kendini satın almak çok değildir, eğer çok mal dahi sarf olursa.
Birinci çare, gayet ekonomik.
Başarısız bir evliliği sürdürmektense, kişi malını mülkünü harcayıp bari
kendini kurtarsın, zira insanın canı, ne kadar çok olursa olsun malından daha
kıymetlidir. Can yine malı getirir ama mal canı geri getirmez.
İkinci, muhalefet ve bed-huyluk eyleye, belki yakın olmayıp yatağını baid eyleye, bir vechile ki fesada müeddî olmaya.
İkinci çare, bugün medenî hukukta şiddetli geçimsizlik olarak tanımlanan hâli öngörüyor. Yani mal-mülk kâr
etmiyorsa, kişi biraz aksi ve huysuz davranmalı, hatta ölçüsünü kaçırmamak
koşuluyla odaları dahi ayırmalı, belki o zaman kadın böylesine geçimsiz bir
adamla yaşamayı istemez de kendiliğinden ayrılmak ister.
Üçüncü, bazı karıları ve avratları hîle ile gönderüb gayrı erleri medh kılub kendüyi zemm ettirmek gerek. Ammâ kendi zahirde küllî meyller göstere ve mufarakatına rıza vermeye, ola ki avratın kendüye nefreti gelip erinin mufarakatına hırs göstere.
Üçüncü hîle, erkeğin boş ol demekle
bir çırpıda eşini boşadığına inananlara bir nazîre kıymetinde. Çünkü önerilen
çarenin uygulanması hiç de öyle kolay olmasa gerek.
Önce tanıdık birkaç kadını
araya sokup adam, eşine, kendisini kötülettirmeli, buna mukabil etrafta ne
denli iyi ve anlayışlı erkekler (!) bulunduğundan bahisle kadına elini
sallasan ellisi dedirtmeli.
Hîle bu kadarla kalmıyor: Kadın eğer bu telkinlere
kapılıp biraz ayrılma emareleri gösterecek olursa, erkek hemen rahatsız olmuş
gibi yapıp, ölürüm de seni bırakmam, ben sensiz ne yaparım, gibi sözler
söylereyek ayrılmayı istemiyormuş gibi davranmalı. Çünkü bu takdirde kadının
eşinden ayrılmayı daha çok isteyeceği öngörülüyor.
Sanırım, yayı ne kadar geri
çekersen, ok o kadar ileri gider, denmeye çalışılıyor. (Kadın psikolojisine
ilişkin bu eski anlayış, ayrıca ele alınacak kadar ilginçtir.)
Dördüncü oldur ki hiyelden aciz olıcak, ânı koya ve ırak sefer ihtiyar ide. Ol şartla ki fezayihe ikdam etmeğe bir mânî kimesne koya, tâ ümmîdi munkatı olup mufarakat ihtiyar ede.
Kısacası,
bu çarelere başvurmaktan acizse, kişi kaçabildiği kadar uzaklara kaçmalı! Çünkü
bu kadar aciz bir adam kendisine uygun olmayan bir eşten ancak bu şekilde
kurtulabilir.
Bu arada erkek, koruyup kollaması için kadının yanına muteber bir
yakınını koymalı; kadının, kocasının geri geleceğinden iyice ümidini kesip
kendiliğinden ayrılacağı zamana kadar beklemeli.
Bakınız,
XVI. yüzyılda bile bir Türk, öyle boş ol filan demekle eşini
boşayamıyormuş!
* * *
Bugüne anlam verebilmek için geçmişte içinde nefes alıp verdiğimiz anlam dünyalarını bilmek ve tanımak zorundayız. Önce kendimiz için, yani kendimizi bilmeye, tanımaya ihtiyacımız olduğu için. İkincisi, başkaları için. Başkalarınca nasıl algılandığımızı görmek için. Şehirleşmenin ilk belirtilerinden biri, kişinin başkalarınca nasıl görüldüğüne dikkat eder hale gelmeye başlamasıdır. Ötekinin bakışını önemsemek, toplumların da uygarlık derecesini gösterir. Kişi ancak şehirde öteki'nin varlığını derinden kavrar. Özgürlüğü sınırlayan, eşitliği dayatan mekanda. Kişi başkalarınca nasıl görüldüğünü umursamaz haldeyse, ondan korkmalı. Göçebeler ve dağlılar (modern anlamıyla göçmenler) için başkalarının bakışı önemli değildir. Kolay kolay önem de kazanmaz. Çünkü yaşamda kalma çabası (geçim sıkıntısı) her türlü psikolojik savunmanın ertelenmesine yol açar. Bu tür toplumlarda sermayeciliğin kolayca azamî kâr maksimizasyonu beklentisine yol açması bundandandır. Göçmenler kendilerini başkalarına göre hizalamaktan hoşlanmadığı için, evlerinin de, arabalarının da, ailelerinin de dışarıdan nasıl göründüklerini önemsemezler. Herkes kendi kapalı dünyasında yaşar. Ne ki bir süreliğine. Birkaç nesil içinde başkalarının varlığı farkedilmeye ve önem kazanmaya başlar. Şehre aidiyet duygusu güçlenir. Sonuçları vardır bu aidiyetin. Bu sefer şehrin hastalıkları. Boşanmak örneğin.
Göçebeler ve dağlılar boşanmazlar, boşanamazlar. Sözleşmeleri kayd-ı hayat şartıyladır çünkü. Süreklilik ve kalıcılık duygusuna ihtiyaçları vardır. Doğanın taleplerine ayak diremek zorundadırlar. (Hristiyanlıkta boşanma yasağının bulunmasının değil, bu yasağa sadık kalınmasının nedenlerini analiz etmek ilginç olacaktır.)
Şehir bu ilkel aidiyet bağlarını yok eder diyemesek de dönüştürür. Sahiplik biçimlerini de. Mülkiyet tarzını. Yasalaştırmayı, yasallaştırmayı. Cİnsiyetin ve mülkiyetin özünü. Bu nedenle kısıtlamaların yanısıra kendine özgü, şehre özgü özgürlük alanları açar. Boşanmak şehirlilere özgüdür bu yüzden. Dönecek bir köyü olmayanlara. Yaşam çevreninin çeperleri genişleyenlere. Eşitliğin kıskacında, çaresiz, özgürlüğü umanlara. Yaşamlarını ikinci kez düzenleyebilecek durumda olanlara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder