Sayfalar

ANKARA'DA 40 PİYANO


6 Nisan 2001

Siyaset en nihayet bir alış-veriş işidir, alma-verme sanatıdır. Kazanmak için, varolmak için almak ve vermek işidir. Sadece alamazsınız, aynı zamanda vermeniz de gerekir, alabilmek için vermeniz gerekir. Bu alışverişte kazançtan, —kabaca— aldıklarınızın verdiklerinize değmesi halinde söz edilebilir sadece. Daha çoğunu alabildiğiniz için ve alabildiğiniz sürece, verdiklerinizi kimse önemsemeyecek, hatta bunu basitçe vermek olarak değil, bir lütuf olarak algılayacaklardır.
Size sadece ne verdiğinizi değil, ne aldığınızı da soracaklar, sadece sağ elinizden çıkana değil, sol avucunuza konana da bakacaklardır. Sol avucunuz boşsa ya da boş denecek derekede birşeyle doluysa veya sağ elinizden çıkanla mukayese edilemeyecek kadar değersizse hiç tereddüt etmeden sizi siyasetten boşayacaklar, sizi de siyasetinizi de boşaltacaklardır. Çünkü bu bugüne kadar hep böyle olmuştur ve böyle olmaya da devam edecektir.

Bu milletin idaresine talip olanlar üç asırdır veriyorlar ve karşılığında da kendilerince birşeyler almaya çalışıyorlar. Hep almak için verdiler, aldıkları sürece verdiler/verebildiler. Lâkin aldıklarından ziyade vermiş olmalılar ki en nihayet verecekleri pek birşey kalmayınca verilemeyecek şeyleri de vermeye başladılar.
Bugüne değin neler aldılar ve hâlen neler alıyorlar?
Alınanları millet pekâlâ biliyor.
Alınan incik-boncuktu; süslü şeylerdi, taktık/takıştırdık ve hâlen takıyoruz/takıştırıyoruz. 
Söze ne hâcet!
Peki bu parlak süsler karşılığında karşı tarafa neler verdiler?
Dahası, verilemeyecek olan neyi verdiler?
Şöyle bir etrafınıza bakınız, eksikliğini hissettiğiniz ne varsa, onları verdiler. Öyle ki elde-avuçta birşey kalmadı, bir haysiyetimiz, bir şahsiyetimiz vardı, onu da verdiler. İmparatorluk ufkundan kabile ufkuna geçtik, hayallerimiz vardı, umutlarımız vardı, hiç acımadılar hayallerimizi de, umutlarımızı da verdiler. Verilecek olanları vermekle kalmadılar, verilemeyecek olanları da verdiler.
İlmimiz vardı, fikrimiz vardı, sanatımız vardı kalmadı; coğrafyadan vazgeçtik köklü bir tarihimiz vardı kalmadı; bizim bize ait koca bir dünyamız vardı o da kalmadı. Bu toprakların çocuklarına kalan yoksunluklar oldu, yoksulluklar oldu. Bize yoksunluk ve yoksulluk kaldı!
O halde bizler bu alış-verişten kazançlı çıkmadık/çıkamadık, bir tek vermekle kaldık. Şaşkın ve umutsuz, ne yapacağımızı bilmez bir hâlde kaldık.
Hâlâ neler verdiğimizi merak edenler varsa, aşağıdaki hikâyeyi okusunlar. Okusunlar ve görsünler ki neler vermişiz, neler almışız:
Zevcim, Meşrûtiyet’ten sonra Meclis-i Mebûsân’a Ankara mebûsu olarak iştirak eder. O zamanlar mı (yani 1908-1909 senelerinde mi), yoksa daha evvel (1900 senesinde) mi, iyi bilemiyeceğim; zevcimin bir Ankara seyahatinde Ermeni mahallesinde büyük bir yangın çıkar. Yangın korkusuyla hemen hemen bütün Ermeni evleri boşaltılır ve eşyaları sokaklara yığılır.    
Bu en kuytu, En Kara veya En Gürü denilen imparatorluk vilayetinde, bir Ermeni mahallesinde yangın korkusu yüzünden sokaklara 40 piyano çıkar.
Evet, tam 40 piyano.






Demek ki 1900 veya 1908-1909 senelerinde Ankara’da bir Ermeni mahallesinde 40 piyano varmış...





[Sadullah Paşa’nın oğlu olan] zevcime bu o kadar tesir etmiş ki hiç unutmaz, ne zaman eski Ankara’nın bahsi geçse bu 40 piyano’nun hikâyesini anlatırdı.
Halbuki bugün [1973-1974] milyonluk Ankara şehrinde, memleket bütçesinin büyük bir kısmı Ankara’nın imarı, güzelleşmesi, büyümesi, velhâsıl medeniyeti ve kültürü için sarfedilen bu şehirde 40 piyano var mıdır?
Devlet zoru ile kurulan Opera, Konservatuar, Senfonik konser salonları ve Avrupa’dan gelme Karl Elbert’ler ve Pretorius’lara rağmen modern ve batılı Ankara’da bugün 40 piyano var mıdır?
Ankara’da piyano ve piyano notası satan tek bir mağaza yoktur! (Münevver Ayaşlı, Dersaadet, s. 51, İstanbul, 1975)
Hesap işte bu kadar basit!
40 piyano’nun hikâyesinde, bütün Batılılaşma/Modernleşme hikâyemizin bir özeti var aslında.
Keşke o şişman adam, işte çağdaş Türkiye, derken yalan söylemeseydi bari!
Lâkin söyledi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder