8 Aralık 2002
Theodor W. Adorno bir Alman yahudisi. Öyle ki Edmund Husserl, Ludwig Wittgenstein, Walter Benjamin, Jean-François Lyotard, Jacques Derrida gibi ilk anda akla gelebilecek düşünürler arasında çoktan yerini almış önemli bir fikir adamı.
Avrupa Solu'nun tanınmış kalemlerinden. O ünlü Frankfurt Okulu'nun kurucularından. Kötü de olsa bir bestekâr. Kötü bir bestekâr da olsa iyi bir müzik nazariyatçısı.
Müzik, dil, felsefe, estetik ve toplumbilim, civarında kalem oynattığı temel alanlardan.
23 ciltlik devasa bir külliyatın sahibi.
Kimilerine göre çağdaş bir düşünce ustası, büyük bir teorisyen, kimilerine göre bir revizyonist.
XX. yüzyılın en bahtsız edebiyat eleştirmenlerinden Walter Benjamin'in hem talebesi, hem
takipçisi, hem eleştirmeni. Diğer dostları gibi, Benjamin’in umutsuzluğundan
da, trajik ölümünden de Max Horkheimer ve Gershom Scholem gibi biraz da o mu
sorumluydu, orası meşkuk. (Bilhassa Benjamin-Adorno ilişkisi, üzerinde
konuşulmaya değer; zira bu ilişkinin serencamı da en az ikisinin ölüm biçimi
kadar trajiktir.)
Adorno biraz da
Avrupa’da sol'un iç çelişkilerini temsil eden bir isim. İtibarı nisbeten
azalan, azaldıkça, Frankfurt Okulu'nun devrimci pratiği zayıflattığı
suçlamalarını cevaplamak zorunda kalan, hatta son dönem kapitalist topluma
yönelttiği uzlaşmasız eleştirilerin çoğunun kendisine karşı söylendiğini
işiten, en nihayet bu karşılıklı atışmaların odağına yerleşerek trajik bir
ölümle hayata veda eden bir teorisyen.
Bir defasında
kendisini şöyle savunur:
Teorik modelimi inşa ettiğimde, insanların bu modelimi molotof kokteylleri ile gerçekleştirmeyi isteyeceklerini tahmin edemezdim.
Ne var ki bu tür
savunmalar muhaliflerinin kızgınlığını artırmaktan başka bir işe yaramaz ve
eleştiriler ilginç bir protestoya dönüşerek Adorno'yu tam da kalbinden vurur.
İsterseniz,
hikayeyi Adorno adlı eserin yazarı Martin Jay'in kaleminden okuyalım:
Nisan 1969'da militan bir eylem grubunun üç kadın üyesi Adorno'nun ders anlattığı sınıfa girip kürsüye çıkmış, soyunup göğüslerini açmış ve ona çiçekler, erotik okşamalar ve sıkıştırmalarla saldırmıştır. Cesareti kırılmış, aşağılanmış bir halde dershaneyi terkeden Adorno'nun arkasından öğrenciler haykırışlar halinde “Bir kurum olarak Adorno öldü!” diye bağırmışlardır. (...)
Frankfurt'taki üzücü olaydan dört ay sonra, altmış altıncı yaş gününden bir ay önce, dershanedeki simgesel Baba Katli (patricide) Adorno'nun kısa bir tatil için bulunduğu İsviçre'de gerçekleşmiş, kalp krizi geçiren düşünür burada ölmüştür.
Konu, gerekçe veya
muhatap kim ve ne olursa olsun burada inkârı mümkün olmayan yegâne durum,
protestonun böylesini anlamakta zihnin ziyadesiyle zorlanacağıdır.
Sonuç
ideolojik keskinlik ya da dangalaklık, vb. terimlerle adlandırılamayacak denli
trajik değil mi?
Hele hele bir zamanların ünlü deyişiyle 'devrimci pratiğin' bu
görünürde kadınca mı, erkekçe mi olduğu belli belirsiz
tezahürünün hiç değilse Kıta Felsefesi'nin tarihi bakımından biricikliği
tartışma götürür olsa da.
Nedense aklıma
Ortaçağ'ın ünlü isimlerinden Abelard ve tabiatıyla onun daha da trajik
olan akibeti geliyor. Gerçekten onunki de —tıpkı Adorno'nunki gibi— bir
mutsuzluk öyküsü idi.
Suçun, o suçun işlenmesinden en çok zararı
görenlerce tanımlanması bir haksızlık hiç kuşkusuz ki.
Abelard'ın akibeti nasıl
ki onu cezalandıranların (erkeklik iktidarını elinden alanların) his ve
düşüncelerini gözden kaçırıyorsa, Adorno'nun trajik akibetinin de o üç kadın
militanın esasta neyi amaçladıklarını anlamayı engelleyeceğinden hiç şüphem
yok!
Farklı düşündüğünü
iddia edenleri nazar-ı itibara alarak sorayım o halde:
Sizce o üç kadın
militan niçin böyle bir eyleme ihtiyaç duymuşlardı ve bu eylemle gerçekte neyi
amaçlamışlardı?
Tabii bir de
ipucu:
Bu soruyu ancak bir kadın 'adam gibi' cevaplayabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder