Aralık 1989
Türkiye’de dinî sahada yapılan yayıncılığın,
özellikle son yıllarda önemli mesafeler katetmesi, yayınevlerinin, dağıtım
şirketlerinin ve yayınlanan kitap sayısının artması, bütün bunlar ilk bakışta dinî neşriyat adına müsbet gelişmeler olarak değerlendirilebilir. Nitekim
yayınlanan eserlerin geçmiş yıllara nazaran muhtevaları bakımından daha
seviyeli oldukları bir gerçektir.
● Dinî neşriyat içerisinde çeviri
eserlerin geniş bir yer işgal ettikleri dikkate alınarak düşünüldüğünde, bu
eserlerin muhtevaları bakımından taşıdıkları öneme layık bir şekilde
neşrolundukları söylenebilir mi?
● Bilhassa tefsir, hadis, sîret, tarih, fıkıh,
vb. sahalarda halen otoritelerini muhafaza eden kaynak eserlerin Türkçe
çevirilerinden, okuyucuların sağlıklı olarak yararlanabilmeleri ne denli
mümkündür?
● Türkçe konusundaki başarıları ve/veya başarısızlıkları bir yana, hiç
değilse metni doğru olarak, en azından okuyucuyu yanlış yönlere sevketmeden
aktarabilen çeviri sayısı ne kadardır?
Bu veya buna benzer sorular hiç kuşkusuz
daha da çoğaltılarak, ekseriyetini çeviri eserlerin teşkil ettiği dinî
neşriyatın, günümüzde ne kadar güven verici bir görünüm arzettiği
tartışılabilir, tartışılmalıdır da.
Ne var ki dinî neşriyatta
bulunmalarına rağmen yayınevlerinin henüz bir otokritik yapabilecek
hassasiyete sahip olduklarını söylemek –maalesef– pek mümkün değildir. Üstelik
ilim adamlarının hatır-gönül uğruna takriz yazdıkları, okuyucuların ise
belirleyici olmadıkları bir ortamda, yayınevlerinin böylesine bir otokritikte
bulunmaları çok uzak bir ihtimal olarak görünmektedir. Binaenaleyh ticarî
değil, fikrî endişelerin kendilerini motive ettiği yayıncıların ve
mütercimlerin yetişmesiyle ancak bu menfi tablonun değişebileceğinden ümitvar
olabiliriz, aksi takdirde mütercimlerin tahrif etmekten, naşirlerin
yayınlamaktan kaçınmadığı birçok kaynak eserin çala-kalem yapılmış çeviriler
yoluyla okuyuculara sunulması devam edip gidecektir.
İşte bu bağlamda, gerek yayınevlerinin ve
mütercimlerin, gerekse bu eserlere ancak çevirileri aracılığıyla muttali olmak
durumundaki okuyucu kitlesinin uyarılması ve bu gidişatın daha ciddi boyutlara
ulaşmadan durdurulması için, ikaz edici tenkidlerin kaleme alınması elzem
olmaktadır.
(Bu konuda daha önce yazılmış olan şu makalemize bakılabilir: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/02/turkiyede-kuran-ve-hadis-calismalari.html)
Bu maksada binaen, bazı kaynak eserlerde
tespit ettiğimiz çeviri hatalarından örnekler vererek çeviri eserler ile
muhatap olan okuyucuların nelerle karşılaşabileceğini göstermek istiyoruz.
Amacımız, çeviriler konusunda genel bir fikir edinilebilmesine katkıda bulunmak
olduğundan örneklerimizi kaynak sayılan eserlerden ve sadece içlerinde önemli
gördüğümüz hatalardan seçtik. Tenkidlerimize konu olan eserlerin mütercimleri
arasında, sahalarında ihtisas sahibi görünen ve birtakım akademik ünvanlar
taşıyan kimselerin bulunuyor olması, –işaret ettiğimiz vahametin boyutlarını
göstermesi bakımından– sanıyoruz okuyucuların genel bir fikir edinmelerine
yardımcı olacaktır.
(I)
Eser: Aliyyü’l-Karî, Zayıf Hadisleri
Öğrenme Metodu, (haz. ve çev. Ahmed Serdaroğlu), İlim Yayınları, İstanbul, 1986
قال شيخ مشايخنا الحافظ جلال الدين السيوطى : لا أعلم شيئاً من الكبائر قال أحاد من أهل السنة بتكفير مرتكبة الا الكذب على رسول (ص)1
Çeviri:
Celâleddin Suyuti, Resul-i Ekrem’e yalan isnadından başka hiçbir günah için ashab-ı kirâmın ehl-i sünneti tekfir ettiklerini bilmiyorum, dedi. (s. 22)
Doğrusu:
Hocalarımızın hocası Hâfız Celâleddin Suyuti “Ehl-i Sünnet'ten bir kimsenin, büyük günahlardan –Resulullah’a yalan isnad etmek müstesna– mürtekibini tekfir ettiği bir büyük günah bilmiyorum” demiştir.
Ashab-ı kiramın ehl-i sünneti tekfir etmesinin
ne denli makul olacağı bir yana, mütercimin böyle bir mânâyı nasıl icad
ettiğini anlayabilmiş değiliz. Ancak şurası muhakkak ki zayıf hadisleri
öğrenmek böyle bir çeviriyi okumakla çok zor olacaktır.
(II)
Eser: Celâleddin Suyuti, el-İtkan fî
Ulum’il-Kur’an/Kur’an İlimleri Ansiklopedisi, (çev. Doç. Dr. Sakıp Yıldız - Dr. Hüseyin Avni Çelik), Hikmet Neşriyat, İstanbul 1987
قال ابو عبيد : حدثنا حجاج عن سعيد عن الحكم بن عتيبة عن عدى بن عدى قال : قال عمر: كنا نقرأ : "لا ترغبوا عن آبائكم فإنه كفر بكم"، ثم قال لذيد بن ثابت : أ كذالك؟ قال: نعم.2
Çeviri:
Ebu Ubeyd: Haccac’dan, o Said’den, o Hakem b. Uteybe’den, o da Adiy b. Adiy’den şöyle dediğini rivayet eder. Hz. Ömer bize "Babalarınıza özenti duymayın, onlara özenti duyarsanız kafir olursunuz" ayetini okumuştu. Bunu Zeyd b. Sabit’e sordum, o da ayetin böyle olduğunu doğruladı.
Doğrusu:
Ebu Ubeyd dedi ki: Bize Haccac’ın Said’den, onun Hakem b. Uteybe’den, onun da Adiy b. Adiy’den rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer “Biz, ‘Babalarınızdan yüzçevirmeyin, zira bu kendinizi inkârdır’ diye (bir ayet) okuyorduk” dedi, sonra Zeyd b. Sabit’e “Böyle mi?” diye sordu, o da “Evet” dedi.
Dikkat edilecek olursa yukarıda mütercimler,
Hz. Ömer’in “Biz ... okuyorduk” şeklindeki ifadesini, râvi Adiy b.
Adiy’e nispetle “Bize ... okumuştu” diye çevirmişler ve aynı hatanın
devamı olarak, faili Hz. Ömer olan “Sordu” (aslı: “dedi”) fiilini yine aynı
râviye nispetle “sordum” şeklinde değiştirmişlerdir.
Ancak bundan daha önemlisi, zıt mânâlara
gelebilen (ezdad) fiillerden olan رغب filinin, عن harf-i
ceri ile kullanılması halinde kazanacağı anlamın gözden kaçırılması nedeniyle,
“yüzçevirmeyin” şeklindeki ifadenin, “özenti duymayın” şeklinde aslına zıt
bir mânâ ile çevrilmesidir.
Doğal olarak mütercimler başını yanlış anladıkları
cümlenin sonunu da, “Zira bu kendinizi inkârdır” yerine, “Onlara özenti
duyarsanız, kafir olursunuz” şeklinde yanlış olarak çevirmişlerdir.
Bu durumda, yayınevinin iddia ettiği gibi, çevirinin titiz bir şekilde gerçekleştirildiğini söylemek bizim açımızdan
mümkün değildir.
(III)
Eser: İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim
Tefsiri, (çev. Dr. Bekir Karlığa - Dr. Bedrettin Çetiner), Çağrı Yayınları, İstanbul 1987
أ) و استقبل بنحرك القبلة
ب) و أبرز نحرك3
Çeviri:
a) Boğazını kıbleye çevir.
b) Boynunu dışarı çıkar.
Doğrusu:
a) Göğsünü kıbleye döndür.
b) Göğsünü öne çıkar.
Yukarıda nakledilen ibareler, Kevser sûresinin
tefsirinde geçen و انحر fiili münasebetiyle nakledilen yorumların
çevirileridir. Bu ilahî emir, kurban kes şeklinde genel kabul gören
yorumun hilafına, daha farklı şekillerde de yorumlanmıştır. Nitekim ünlü
dilbilimci Ferrâ’nın da (ö. 207/822) benimsediği ilk şıktaki yorum, نحر
kökünden türemiş bu emrin tenahur/tekabül şeklinde anlaşılması
esasına dayanır, bu da doğal olarak kişinin namazdaki kıble ile karşılıklı
konumunu ifade eder.
Ne var ki insan sözkonusu olunca göğüs olarak
anlaşılması gereken nahr kelimesi, hayvan (özellikle deve) sözkonusu
olunca boğaz ve boyun olarak anlaşılır. Nitekim emrin kesmek şeklinde anlaşılmasının nedenlerinden biri de budur.
Ata el-Horasânî’nin yorumu
da (ikinci şık) aynı şekilde, sözkonusu emrin kişinin namazdaki itidaline
yönelik görülmesinden kaynaklanmaktadır ve zaten müfessir de bu hususu açıkça
metinde ifade etmiştir.
Bütün bu açıklamalardan sonra yukarıdaki garip
ifadeleri sadece birer Türkçe hatası olarak değerlendirmek mümkün olmasa gerek.
(IV)
Eser: İbn Kuteybe, el-Maarif/Nebîler ve
Sahâbîlerin Sîreti, (çev. Hasan Ege), Şelale Yayınları, tsz.
:قال شاعرتحرز سفيان و فر بدينه4و امسى شريكٌ مرصدًا للدراهم
A) Çeviri:
Süfyan saklandı ve borcuyla firar etti.
Şerik ise dirhemlerin bekçisi olduğu halde akşamladı. (s. 348)
A) Doğrusu:
Süfyan saklandı ve diniyle kaçtı (dinini de korudu)Şerik ise, dirhemleri(ni) gözetleyip-durdu.
Yukarıda sözü edilen kişi, Sultan'a
muhalefetinden dolayı kaçak olarak yaşayan ve hatta bu yüzden cenazesi
geceleyin defnolunan ünlü İmam Süfyan es-Sevrî’dir. Fakat ne yazık ki yaptığı
yanlış çevirilerle maruf olan sayın Hasan Ege, medhi için yazılan bir şiiri
İmam Sevrî’nin zemmine sebep kılarak bu büyük imamın borcuyla kaçtığı
iftirasını sırf dikkatsizliği yüzünden ona isnad edebilmiştir. Bu çirkin
isnadın nedeniyse, şiirde geçen dîn kelimesinin deyn (borç)
olarak anlaşılmasıdır.
قال وكيع :5
مات سفيان و له مائة و خمسون دينارا بضاعة، فأوصى الى عمارة بن يوسف في كتبه فامحاها و اخرقها
B) Çeviri:
Süfyan ölürken onun 150 dinar sermayesi vardı. Yazdığı bir kağıtta onu Ümare b. Süfyan’a vasiyet etti. O da bu kağıdı imha etti ve yaktı.
B) Doğrusu:
Süfyan öldüğünde kendisinin 150 dinar sermayesi vardı. (Ölmeden önce talebesi) Ümare b. Yusuf’a kitaplarını imha etmesini ve yakmasını vasiyet etti.
Mütercim Ümare b. Yusuf ismini –ki
İbn Nedim el- Fihrist’te Ammar b. Seyf olarak kaydeder– Ümare b.
Süfyan şeklinde okumakla kalmamış, o dönemin (Hicri 2. yüzyılın ortaları) ne
denli zulümlere sahne olduğunu göstermesi bakımından çok büyük bir önemi haiz
kıymetli bir anekdotu yanlış bir çeviriyle bizzat imha etmiştir.
Daha fazla söze ne
hacet!
(V)
Eser: İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis/Hadis
Müdafaası, (tercüme ve notlar: Mehmed Hayri Kırbaşoğlu), Kayıhan Yayınları, 1979
لأن الله تعالى يقول : (اقتربت الساعة و انشق القمر). فإن كان القمر لم ينشق في ذلك الوقت، و كان مراده: سينشق القمر فيما بعد فما معنى قوله: (و ان يروْا اية يعرضوا و يقولوا سحر مستقر) يعقب هذا الكلام؟6
A) Çeviri:
Çünkü Allah “Kıyamet yaklaştı, ay bölündü” (el-Kamer: 1) buyurmaktadır. Şüphesiz Ay o zaman yarılmamıştır. Cenab-ı Hakkın kasdettiği “ileride ay yarılacaktır” demektedir. Nitekim Cenab-ı Hakkın bu ayetin arkasından: “Eğer bir mucize görseler yüz çevirip, şöyle derler: Bu devamedegelen kuvvetli bit sihirdir” (el-Kamer: 2) buyurmasının mânâsı nedir? (s. 39)
A) Doğrusu:
Çünkü Allah Teala “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı” (Kamer: 1) buyurmaktadır. Şayet ay o vakit (gerçekten) yarılmamış olsaydı ve Allah Teala da (bununla) “Ay ileride yarılacaktır” demeyi kasdetseydi, bu ayetin hemen ardından gelen “Bir mucize görseler hemen yüzçevirirler ve ‘Bu devam edegelen bir sihirdir’ derler” (Kamer: 2) şeklindeki sözünün ne mânâsı olurdu?
Görüldüğü üzere mütercim, فإن كان diye
başlayan şart cümlesini, hüküm cümlesi şeklinde çevirerek, müellifin kasdettiği
mânânın zıddı bir mânâ vermiş olmaktadır.
Böylelikle İbn Kuteybe’nin (ö.
276/889) İbn Mesud’u savunmak maksadıyla Mutezilî kelamcılarından olan
Nazzâm’a (ö. 231/845) karşı getirdiği deliller –mütercimin marifetiyle– İbn
Mesud’un aleyhine, Nazzâm’ın ise lehine olmuştur.
و بلغنى ان من اصحاب الكلام، من يرنى الخمر غير محرمة، و ان الله تعالى انما بنهى عنها على جهة التأديب كما قال : (و لا تجعل بيدك الى عنقك و لا تبسطها كل البسط) و كما قال : (و اهجروهن في المضاجع و اضربوهن)7
B) Çeviri:
Duyduğuma göre kelamcıların bazıları şarabın haram olmadığını söylüyorlarmış. Güya Allah (c.c.) şarabı te’dib cihetinden nehyetmiş imiş. “Elini boynuna bağlı kılma ve büsbütün de onu açıp israf etme” (17, İsra: 29) ve “... Kendilerini yataklarda yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse (hafifçe) dövün” (4, Nisa: 34) ayetleri de bunun gibi te’dib için imiş. (s. 85)
B) Doğrusu:
Bana ulaştığına göre, Kelamcılardan bazıları şarabın haram olmadığı görüşündedirler. (Zira iddialarına göre) Allah Teala tıpkı “Elini boynuna bağlanmış kılma (cimri olma), tamamen de açma (israf etme)” (İsrâ, 17: 29) ve “Kendilerini yataklarda yalnız bırakın, (yola gelmezlerse) onları dövün” (Nisa, 4: 34) ayetlerinde buyurduğu gibi, şarabı da sadece tedib ciheti üzerine nehyetmiştir.
Yine dikkat edileceği üzere mütercim,
gerçekten de tedib ciheti üzere olan İsrâ: 29 ve Nisa: 34 ayetlerini, sanki
tedib ciheti üzere değillermiş gibi tercüme etmiştir. Oysa şarabın haram
(necis?) olmadığını savunan sözkonusu Kelamcılar, bu iki ayetin tedib ciheti
üzere olmasından hareketle, kendi iddialarına delil getirmektedirler ki
müellifin (İbn Kuteybe’nin) karşı çıktığı husus onların delilleri değil, sadece
istidlalleridir. Nitekim Kurtubî (ö. 671/1273) Câmi’ul-Ahkâm’il- Kur’an
adlı tefsirinde, İsrâ: 29 ve Nisa: 34 ayetlerini tedib, şaraptan kaçınmayı
emreden Maide: 90 ayetini ise tahrim ciheti üzerine yorumlamıştır. Zira İsra:
29 ayetinin muhatabı Hz. Peygamber ise de kastedilen ümmetidir. Aynı şekilde
Nisa: 34 ayetindeki 'Dövün!' emri de vücub değil, tedib bildirir. Maide:
90 ayetindeki 'Kaçının!' şeklindeki emrin ise vücub ve tahrim bildirdiği
hususunda müfessirler ittifak halindedirler.8
(VI)
Eser: İmam Malik, Muvatta, (çev. Ahmet
M. Büyükçınar - Yaşar Erol - Ahmed Arpa - Durak Pusmaz - Abdullah Yücel), Al-Tuğ
Yayınları, 1982
فقال عمر بن عبد العذيذ : اعلم ما تحدث به يا عروة، ا و ان جبريل هو الذي اقام لرسول الله (ص) وقت الصلاة؟9
A) Çeviri (I):
Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz: Urve, "Anlattığın hadisi iyi düşün, Rasûlullah’a namaz vakitlerinde kaamet eden Cibril mi idi?" diye sordu. (I/8)
A) Çeviri (II):
Abdül-Aziz oğlu Ömer dedi ki: "Urve sen ne dediğini(n farkında mısın, söylediğin şeyin ne olduğunu) bil. Namaz vakitlerinde Allah’ın elçisini Cebrail mi namaza kaldırdı?10
A) Doğrusu:
Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz şöyle dedi: "Ey Urve, ne dediğini bil (Ne söylüyorsun sen?) Resulullah’a namazın vakitlerini öğreten (bildiren/tayin eden) Cibril miydi?"
Her iki çevirinin de hatası ekame
fiilinin anlamını tespit ve mefulün (tümlecin) vasfını tayin edememekten
kaynaklanmaktadır. Oysa mütercimler zahmet edip Suyuti’nin Tenvir’ul-Havalik
adlı Muvatta şerhine baksaydılar, ibarenin daha anlaşılır bir
versiyonunu görebilirlerdi.
فقالت عائشة : يعفر الله لأبى عبدالرحم! أما إنه لم يكذب و لكنه نسى او اخطَأ11
B) Çeviri:
Hz. Aişe: "Ebu Abdurrahman’ı Allah affetsin, o ya yalan söylüyor, ya unuttu ya da hata ediyor" buyurdu. (I/301)
B) Doğrusu:
Hz. Aişe şöyle dedi: "Allah Ebu Abdurrahman’ı (İbn Ömer’i) affetsin! O yalan söylemedi, fakat ya unuttu ya da hata etti."
Hadis-fıkıh kaynaklarının en eskilerinden olan
Muvatta gibi bir eseri yaptıkları çevirileriyle âdeta katleden bu
mütercimler ordusu, bir çeviri hatasıyla İbn Ömer gibi bir sahabiye yalan
söylemeyi yakıştırabilmişlerdir.
Bu vesileyle çeviri yapmanın ilim sahibi
olmaktan ziyade edeb sahibi olmayı gerektirdiğini açıkça söyleyebiliriz.
أ) و هو امير المدينةب) فقال له ابو هريرة : لا علم لي بذاك. إنما اخبرنيه مخبرٌ.12
C) Çeviri:
a) O zaman Medine emindi.
b) Ebu Hüreyre: “Ben böyle bir şey demedim, biri uydurmuş olacak” diye cevap verdi. (I/391)
C) Doğrusu:
a) O (Mervan b. Hakem) Medine’nin emiri idi.
b) Ebu Hüreyre ona şöyle dedi: “Benim bu konuda bir bilgim yok. (Zaten) bu hadisi bana bir başkası naklet(miş)ti.”
Ne yazık ki (a) şıkkındaki çeviri hatasıyla ilgili
söylenecek söz bulamıyoruz, (b) şıkkına gelince, Ebu Hüreyre cünub olarak
sabahlayan kimsenin oruç tutamayacağı ile ilgili bir hadis nakleder ve bu hadis
Hz. Peygamber’in henüz hayatta olan zevceleri Hz. Aişe ile Ümmü Seleme’ye
iletilir. Bunun üzerine her ikisi de Hz. Peygamber’in cünub olarak sabahladığını
ve yıkanıp orucunu tuttuğunu naklederek, sözkonusu rivayeti tenkid ederler.
Mesele, bu tenkid karşısında ne diyeceği merak edilen Ebu Hüreyre’ye tekrar
götürülür. Ebu Hüreyre de bu konuda bir bilgisinin olmadığını, yani bu hadisi
Hz. Peygamber'den bizzat işitmediğini, bu rivayeti sadece bir başkasının
kendisine naklettiğini söyleyerek kendisini savunur. Nitekim İmam Malik’in
dışında bu hadisi Buhari ve Müslim de nakletmiş ve sözü edilen kişinin Fadl
b. Abbas olduğunu sarahaten zikretmişlerdir. Zerkeşî ise Nesâî’nin bu kişiyi Sünen’inde
Usame b. Zeyd olarak kaydettiğini nakleder.13
Okuyucular mütercimlerin, “Ben böyle bir şey
demedim, biri uydurmuş olacak” şeklindeki bir mânâyı nasıl elde edebildiklerini
düşünebilirler. Bu mânâyı açıkça mütercimler uydurmuşlardır.
SONUÇ

İslam kültürünün en eski kaynakları, en ciddi
eserleri hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, fikir namusu dahi olmayan
kimselerce birer geçim vasıtası haline getirilmiş ve kaynak eserler basılıyor tesellisiyle avunan okuyucu kitlesinin kütüphaneleri ucuz çevirilerle
doldurulmuştur.
Geleceğimizi ancak geçmişimizi iyi tanımakla kurabileceğimiz
bir gerçek iken, mütercimlerin ve yayınevlerinin kaynak eserleri tahrif etmekle
aslında bizi bu imkândan mahrum ettikleri de, reddedilemez bir başka gerçek
olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa hiç kimsenin hizmetadı altında, böyle bir
cürmü işlemeye hakkı yoktur.
KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "Kaynak Eserlerde Çeviri Hataları", Kitap Dergisi, sy. 34, s. 56-59, Aralık 1989
[1] Ali
el-Kâri, el-Mevduat’ul-Kubra (thk. Ebu Hacer es-Said, Beyrut, 1985), s.
28-29.
[2]
Celâleddin Suyuti, el-İtkan fî Ulum’il-Kuran, (thk. Dr. Mustafa el-Bugâ,
Beyrut, 1987), II/702.
[3] İbn
Kesir, Tefsir’ul-Kur’an’il-Azim (İstanbul, 1985), IV/558-559.
[4] İbn
Kuteybe, el-Mearif (thk. Dr. Servet Ukkaşe, Kahire, 4. bsk.), s. 497.
[5] İbn
Kuteybe, el-Mearif, s. 498.
[6] İbn
Kuteybe, Tevilu Muhtelif’il-Hadis (Beyrut, 1985), s. 31.
[7] İbn
Kuteybe, Tevilu Muhtelif’il-Hadis, s. 59.
[8] Bu
makale hazırlandıktan sonra Tevilu Muhtelif’il-Hadisin bu çevirisinin
ikinci baskısının neşrolunduğunu haber aldık ve bu baskıyı da kontrol ettik.
Türkçesi bakımından yetersiz olmakla birlikte birinci örnekteki hatalar
düzeltilmiş, ikinci örnekteki hataya ise hiç dokunulmamıştır. Ele aldığımız
çeviriler içerisinde bir emek mahsulü olarak görülebilecek bu çevirinin daha
titiz bir basımı pekala yapılabilirdi.
[9] İmam
Mâlik, Muvatta’, K.1, B.1.
[10] Abdülaziz b. Şah Veliyullah Dehlevi, Bustan’ul-Muhaddisin, (çev. Doç. Dr. Ali Osman Koçkuzu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1986), s. 30
[11] Muvatta,
K. 16, B. 12.
[12] Muvatta,
K. 18, B. 4.
[13] Bkz.
el-İcâbe (thk. Said el-Efganî, Beyrut, 1985), s. 102.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder