Sayfalar

PARANTEZSİZ MEAL'İN ELEŞTİRİSİ


21 Temmuz 1998 

Kitap Dergisi'nin son sayısında (sy. 92), Yaşar Nuri Öztürk'le yapılan uzunca bir söyleşi yer alıyor. Söyleşi'nin en ziyade dikkatimi çeken tarafı, sayın Öztürk'ün şu sözleri oldu:







Ben eleştiriye hasretim. Keşke birileri beni eleştirse de istifade etmiş olsam!








Sayın Öztürk, kendisinin eleştirilmediğini, bilakis kendisine küfür, hakaret ve hatta iftira edildiğini söylüyor.
Haksız sayılmaz; zira yazılıp çizilenlerin ekseriyeti, gerçekten de bu nitelikte. Oysa eleştiri başka, sövmek başka bir şeydir. Bu tesbite binaen, kendilerinin, hasretle eleştirilmeyi bekliyorum, şeklindeki sözlerini, ciddi ve samimi bir davet olarak kabul edip neşretmiş oldukları Kur’an çevirisi hakkındaki eleştirilerimi yazmaya karar verdim. İnşaallah bir yararı olur.
Önce şu parantezsiz meâl iddiasını ele alalım. Çünkü sayın Öztürk, her defasında, parantezsiz oluşunu, kendi çevirisinin müsbet bir özelliği olarak sunuyor:

Yorumlardan arındırarak, tek bir paranteze dahi yer vermeden, Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmadan, herkesin anlayacağı Türkçe'yle...

Bu iddianın doğru olup olmadığını anlamak için sayın Öztürk'ün Kur’an çevirisine şöyle bir göz gezdirmek yeterli:

· İnsanı embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden yarattı. (Alak: 2)

10 kelimeden oluşan bu cümlenin orijinali 4 kelimedir.

· Andolsun zamana/çağa/gündüzün iki ucuna/sabah namazına/ikindi vaktine/Asr-ı Saadet'e ki... (Asr: 1)

12 kelimeden oluşan bu ayet çevirisinin orijinali 2 kelimedir.

· Çöktüğü zaman karanlığın/gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin/tutulduğu zaman ayın/battığı zaman güneşin/taştığı zaman şehvetin/soktuğu zaman yılanın/ümit kırdığı zaman musibetin şerrinden. (Felak: 3)

25 kelime'den oluşan bu ayet çevirisinin orijinali 6 (evet yanlış okumadınız tam ‘altı’) kelimelik bir yan-cümleciktir.

Burada kaynak-metin'le amaç-metin arasında sözcük eşlemesi yapıyor değilim. Çünkü bir dilden başka bir dile çeviride kelime sayısının farklılaşması gayet tabiidir. Ancak yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere sayın Öztürk, bir kelimeyi, bir cümleyi bir anlam yığını ile karşılamış ve üstelik çevirisini, “yorumlardan arındırdığını” ve “Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmadığını” iddia etmiştir. Oysa parantezsiz meâl iddiası sözde bir iddiadır ve aradaki fark (evet tek fark) parantez işareti yerine, eğik çizgi işareti kullanmaktan ibarettir.
Sayın Öztürk, şimdi tüm samimiyetimle ve makul bir cevap almak amacıyla size soruyorum:
Çeviriniz bu tür örneklerle mâlâmâl iken, nasıl olup da bizlerden, “yorumlardan arınmış bir çeviri yaptığınıza” ve “Kur’an metnine bir tek kelime bile katmadığınıza” inanmamızı bekliyorsunuz?
Bir dilden bir dile gerçekleştirilen çeviri işleminin, yorumdan bağımsız bir süreç olarak tanımlanamayacağı hakikati karşısında öne sürebileceğiniz bir tek makul gerekçe var mıdır?
Lütfen açıklar mısınız, bir tek alak sözcüğü için, hem “embriyo”, hem “ilişip yapışan bir su”, hem de “sevgi ve ilgi” anlamlarını nereden buldunuz? Bunların üçü de üç ayrı yorum değil midir?
Öyledir; zira birincisi, Bilimsel Yorum (et-tefsir'ul-ilmî) ekolünün icad ettiği bir anlamdır ve icad tarihi henüz yarım asrı bile bulmamıştır. İkincisi, alak kelimesinin klasik tefsir kitaplarında mevcut lugavî anlamıdır. Üçüncüsü ise, Simgesel Yorum (et-tefsir'ul-işârî) ekolünün, hadi biz buna “tasavvuf ehlinin” diyelim, verdiği bir anlamdır.
Kezâ, bir tek asr sözcüğü için bu kadar karşılığı nereden bulduğunuzu sormak hakkımız değil mi? Bu karşılıklar Kur’an tefsirlerinden bulunulup getirilmedi mi? Bu sözcük (asr) için, “ikindi vakti”, “sabah namazı” ve “asr-ı saadet” karşılıklarını, hangi usûle istinaden aynı cümle içerisinde kullanıyorsunuz ve diğer üç anlamın yanısıra bu üç anlamı da, doğru olup olmadıkları bir yana, aynı anda aynı sözcüğün karşılığı olarak nasıl düşünebiliyorsunuz? Üstelik Kur’an metnine, tefsirlerdeki onca yorumu parantez işareti yerine eğik çizgi işareti aracılığıyla yerleştirdiğiniz halde, metne en küçük bir ekleme yapmadığınızı nasıl iddia edebiliyorsunuz?







Bunun bir yorum meselesi olduğunu söylemeyiniz; zira siz, eserinize Türkçe yorum değil, Türkçe çeviri sıfatını vermiş bulunuyorsunuz. Üstelik benim gibi, her çevirinin bir yorum olduğuna da inanmıyor, bilakis çevirinizi yorumlardan arındırdığınızı iddia ediyorsunuz.







Gördüğünüz gibi, size hakaret etmiyorum, sizi küfürle, dalâletle suçlamıyorum ve size iftira da atmıyorum. Sizi sadece eleştiriyorum ve parantezsiz meâlinizin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddianızın gerçeğe aykırılık taşıdığını, daha da önemlisi çevirinizin çok ciddi hatalar içerdiğini söylüyorum.
Örnekler vermeye devam edeceğim.

* * *
23 Temmuz 1998

Önceki yazımda, sayın Yaşar Nuri Öztürk'ün Kur’an çevirisini eleştireceğimi söylemiş, sonra da parantezsiz olmakla ve “yorumlardan arındırmak ve Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmamak” iddiasıyla halka sunduğu Türkçe çevirinin, bu iddiasını nakzedecek örneklerle dolu olduğu iddiasında bulunmuştum.
İddiamı delillendirmeye devam ediyorum:

· Onların kafa gözleri üstünde perde vardır. (Bakara: 7)

Ayette geçen ebsar sözcüğüne, ‘kafa gözü’ anlamı verilmiş. Bununla kafadaki (!) göz kastediliyor olsa gerek. Oysa sadece ‘göz’ demek yeterliydi. Çünkü sadece diğerleri (msl. “kalp gözü”) izafetle kullanılır. Üstelik kafadaki (!) göz'ün Arapça'daki karşılığı da ebsar (tekili ‘basar’) değil, ayn'dır. Kafirler de a‘mâ değildir; yani perde onların kafa gözlerinde değil, kalp gözlerindedir.

· Temiz bir toprakla teyemmüm edin. (Mâide: 6)

Kur’an'da geçen teyemmüm sözcüğü, fıkıh'taki teyemmüm teriminden farklı bir anlam taşır: yönelmek, kasdetmek, aramak.
Buradaki hata, fıkhî terminolojiyi ezbere kullanıp Kur’anî anlamı dikkate almamaktan kaynaklanmıştır.

· Temizle giysini! (Müddessir: 4)

Ayette geçen siyab sözcüğüne ‘giysi’ anlamı verilmiş ve ayetin Kur’an'ın ilk inen pasajlarından birine ait olduğu nedense gözden kaçmış.
Bu hata, tefsir kitaplarında yer alan fıkhî yorumun gözü kapalı tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır; zira bu kelime nefis'ten kinaye olarak kullanılır. (Doğru çeviri şöyle olmalıydı: Nefsini arındır!)

· İnkârları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi. (Bakara: 93)

Bu cümle yanlış değil, anlamsızdır. Orijinal deyim, doğru (anlamlı) bir biçimde Türkçe'ye çevrilememiş. Keşke bir açıklama yapılsaydı.

· Üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu. (Bakara: 61)
· Başları avuçları arasına düşürülüp de... (A‘raf: 149)

Bu hatalı çevirilerin de sebebi aynıdır: emek sarfetmemek ve standart çevirilerdeki yanlışları tekrarlamak.

· Şu iğreti hayatın durumu gökten indirdiğimiz suya benzer. (Yunus: 24)

Dünya hayatının (=iğreti hayatın) durumu suya benzemez. Bu çeviri hatalıdır ve ayetin grameri yanlış çözümlenmiştir; zira sayın Öztürk, metinde ne söylenmek istendiğini anlamamıştır.

· Her insanın uğursuzluk kuşunu boynuna takmışızdır. (İsrâ: 13)

Tâir sözcüğüne başka çevirilerde ‘amel kuşu’ anlamı verilmektedir. Oysa Türkçe konuşulan memleketlerde bu cins kuşlar (!) bulunmamaktadır; insanların boynuna uğursuzluk kuşunun nasıl takıldığı da ayrı bir meseledir.
Sayın Öztürk'ün, Elmalılı'nın çevirisinden etkilendiği, ama tefsirine bakmaya ihtiyaç duymadığı anlaşılıyor.

· Elini boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma. Sonra kınanır, hasret içinde bir köşede büzülüp kalırsın. (İsrâ: 29)

Yasaklanan davranışla âkibeti arasındaki ilgi boşlukta kalmaktadır. Niçin insan elini boynuna astığı ya da açtığı için bir köşede büzülüp kalsın?
Bu garabetin sebebi, ayetteki deyimselliğin ustaca Türkçe'ye aktarılamamış olmasıdır.

· Sizin için davarlardan sekiz çift indirmiştir. (Zümer: 6)

Allah Teâlâ bu davarları nereden indirmiştir? Davar, indirilen bir şey midir? Bu Türkçe cümleyi okuyan bir kimse ne anlar? Bu hata, inzâl-tenzîl (=indirmek) fiilinin kök anlamını dikkate almamaktan kaynaklanmıştır.
Şayet standart çevrileri tekrarlamak yerine biraz zahmete girilseydi, okur, Kitabullah'a lâyık görülen bu garabet karşısında şaşırıp kalmazdı.

· Ve doğurana ve doğurduğuna da yemin olsun ki... (Beled: 3)

Bu ayette kimler üzerine ve niçin yemin edilmektedir: doğuran kimdir, doğurulan kimdir? Meselâ anneler mi kastediliyor? (Böyle olsaydı eril/müzekker form seçilmez, vâlid ve veled sözcükleri kullanılmazdı.) Bu ihtimali tercih edersek, annelere ve çocuklara yemin edilip biyolojik bir olguya dikkat çekildiğini nasıl temellendireceğiz? Üstelik klasik müfessirlerin, ayette Hz. İbrahim'le Hz. İsmail'in kastedildiğine yönelik tevcîhlerini hangi gerekçeyle görmezden geleceğiz?
Özetle buradaki zaaf, ayette ne söylenmekte olduğunu anlamaya çalışmak yerine, diğer Türkçe çevirileri tekrarlamaktan kaynaklanmıştır.
Şimdilik yeterli olduğu düşüncesiyle örnekleri artırmaya lüzum görmüyorum. Çünkü çeviri hatalarını göstermenin yanısıra, “bir dilden bir dile gerçekleştirilen çeviri işleminin, yorumdan bağımsız bir süreç olarak tanımlanamayacağı” şeklindeki kanaatimi de bu vesileyle bir kez daha delillendirmiş olduğumu sanıyorum.


Sayın Öztürk! Allah'ın Kitabı'nın bir tek ayetinin bile sizin kişisel hatalarınız yüzünden yanlış anlaşılmasına gönlünüzün razı olmayacağına, olamayacağına inandığım için bu eleştiri yazılarını kaleme aldım. Gördüğünüz gibi size hakaret etmedim, sizi küfürle, dalâletle suçlamadım ve size iftira da atmadım. Sizi sadece eleştirdim ve parantezsiz meâlinizin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddianızın gerçeğe aykırılık taşıdığını, daha da önemlisi çevirinizin çok ciddi hatalar içerdiğini söyledim. Bazı delillerimi de sıraladım. Takdir sizin.

* * *
25 Temmuz 1998

Eleştirilerime, kaldığım yerden devam ediyorum:

· Bilip durduğunuz halde gerçeği gizliyorsunuz. (Bakara: 42)

Doğru çeviri, "bile bile hakkı gizlemeyin!” şeklinde olmalıydı. Bu hata, fiilin yapısına (nehy ifade ettiğine) dikkat etmemekten kaynaklanmıştır. Bazıları, bu kadar basit bir cümleyi bile Türkçe'ye çevirmeyi beceremediğine bakıp mütercimin Arapça bilgisinden kuşkulanabilirler.
Bence bu kadarı haksızlık olur. Çünkü hatanın asıl sebebi bilgisizlik değil, ciddiyetsizliktir.

Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri. (Tekâsür: 1-2)

Ayetin aslında “kabirleri saymak” mânâsını akla getirecek değil bir kelime, bir îma bile bulunmamaktadır. Mütercim, tefsir kitaplarında yer alan zayıf bir rivayete teslim olmuş ve okuru —çoğu piyasa çevirilerinde olduğu gibi— bu çarpık anlamla karşı karşıya bırakıvermiştir. Oysa “kabirleri ziyaret” tabirinin, ölmekten kinaye olduğu bilinseydi, belki o zaman ayetin, “Mezara girene (=ölene) değin mal-mülk biriktirmek sevdası peşinde koştunuz; ömrünüzü servet sahibi olmak yolunda tükettiniz” anlamına geldiği anlaşılabilirdi. Ne ki sayın Öztürk'te, iddialarına muvazi bir cehd u gayret görülmüyor.

· Kadınlarınızı diri bırakıyorlar/kadınlarınızın rahimlerini yoklayıp çocuk alıyorlar/kadınlarınıza utanç duyulacak şeyler yapıyorlardı. (Bakara: 49)

Bizce, sayın mütercimin, bu kadınlara neler yapıldığına bir an evvel karar vermesi gerekir.

· Rabbimizin adı/kudreti/işi/gayreti çok yücedir. (Cin: 3)

Rabbimizin nesi yüce imiş: adı mı, kudreti mi, işi mi, gayreti mi? Önce işin doğrusu öğrenilmeli, sonra çeviri yapılmalıdır.
Çeviri yapılmış, ama doğrusu öğrenilmemiş.

· Andolsun çekip koparanlara/yay çekenlere/kuyudan su çekenlere/bağsız-bekçisiz koşan atlara/ayrılık yüzünden hasret çekenlere/daldırıp daldırıp çıkaranlara. (Nâziât: 1)

Üç kelimeden (ve'n-nâziâti garkan) oluşan bu ayette kimlerin üzerine yemin ediliyor? ‘Yay çekmek’, ‘kuyudan su çekmek’ ve ‘hasret çekmek’ mefhumları arasında, çekmek sözcüğünden gayrı ne gibi bir münasebet vardır?
Bu tür sözcük oyunları, bize göre münasebetsizcedir.

· Andolsun rahatça, incitmeden çekenlere/düğümü hünerle çözenlere/bir yerden bir yere gidenlere/coşkuyla iç çekenlere. (Nâziât: 2)

“Rahatça, incitmeden çekmek” ile “coşkuyla iç çekmek” mefhumları arasındaki bu alâkasızlık, tek kelimeyle insana ah çektirecek cinsten.

· Andolsun ki biz sana ikişerlerden/ikililerden/ iç içe kıvrımlar halindeki çift mânâlılardan yedi taneyi... verdik. (Hicr: 87)

Mütercimin, ayetlerin mânâ ve medlûllerini kavramakta zorluk çektiği çok açık. Türkçe'den de pek nasibi olmadığı ortada. Fakat buna rağmen, ziyadesiyle cüretkâr. Kendileri, Kitabullah'ı böylesine gülünç kılıklara sokmanın vebalini oturup bir düşünmeliler.

· Andolsun o ardarda gönderilenlere /meleklere/rüzgarlara/vahyin bölümlerine /kalplere inen doğuşlara... (Mürselât: 1)

Yorumlardan arındırmak, şeklindeki iddiasıyla çelişse de bu lüzumsuz eklemeleri, mütercimin okura yardımcı olmak istediği şeklinde bir hüsn-i teville açıklayabilir miyiz?

Çevirisi aşağıdaki gibi garabetlerle dolu olmasaydı, belki bu yola gidilebilirdi:
· Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz taşır. (Hâkka: 17)
· Üzerinde ondokuz vardır onun. (Müddessir: 30)

Sayın mütercim, anlamadığı cümleleri anlamlı bir şekilde ifade edemeyeceğini bir türlü kavrayamıyor. Çünkü kendisi, bu sekiz, ondokuz gibi rakamların mânâsını ya biliyordur, ya da bilmiyordur. Biliyorsa niçin yazmamış, bilmiyorsa neden çeviri gibi ciddi bir işin altına girmiş? Burası Türkiye, diye mi?

· O kıvılcım sanki sarımtırak bir halat/bir deve kervanı/bakırdan bir ip gibidir. (Mürselât: 33)

Soru: Bu kıvılcım neye benziyor?
Cevap: Hem deve kervanına, hem bakırdan bir ipe, hem de sarımtırak bir halata.

Birileri mütercime, Kur’an'daki İslâm bu mu, diye sorsa, ne cevap verecek gerçekten merak ediyorum.

· Cinsiyet organlarını koruyanlardır onlar. (Mü’minûn: 5)
· Bunlar, cinsiyet organlarını titizlikle korurlar. (Meâric: 29)

Mütercimin bu müstekreh ifadeleri savunmaya kalkışacağını sanmıyorum; zira birileri bu takdirde kendisine, füruc sözcüğünü niçin başka yerlerde şöyle çevirmiş olduğunu sorabilirler: ırzlarını/bellerini, ırzlarını/eteklerini (Nûr: 30-31)

İsterseniz biraz da şu cümleler üzerinde düşünelim:
· Meryem'in oğluyla annesini birer ayet kıldık. (Mü’minîn: 50)

Yani: Meryemoğlu'nu (İsa'yı) ve annesini (Meryem'i)...

· Allah'ın eceli geldiğinde ertelenmez. (Nuh: 4)

Yani: Allah'ın takdir eylediği ecel gelince...

Bir de şu örneklere bakalım:
· Sağ elindekini yere bırak. Onların sanayi olarak ortaya çıkardıklarını yalayıp yutsun. Onların sanayi olarak ürettikleri sadece bir büyücünün hilesidir. (Tâhâ: 69; krş. Hûd: 16)
· Barışa yönelik değer üretenler (Bakara: 25); barışçıl amel sergileyenler (Hûd: 11; krş. İnşikak: 25; Beyyine: 7). 

Mütercimin, bu ifadeleri “salih amel işleyenler” karşılığında kullandığı unutulmamalı.

· Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır. (Kıyamet: 14)

Sayın mütercimin üslûbu hakkındaki kişisel kanaatlerimi ifade etmek istemiyorum. Fakat keşke böylesi tasannuları kendi telifi olan eserlere özgü kılsaydı da Allah'ın ayetlerini bu tür üslûb oyunlarına aracı kılmasaydı, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Sayın Öztürk, lütfen şu insanlara, Kur’an'daki İslâm ile Parantezsiz Meâldeki İslâm'ın birbirinden farklı şeyler olduğunu söyleyiniz.
İnanın biraz gayret etseniz, bu kadarcık tevazuyu siz bile gösterebilirsiniz.
Size bu konuda yardımcı olmak üzere örnekler vermeye devam edeceğim.

* * *
28 Temmuz 1998

Parantezsiz Meâl'in hatalarla dolu olduğu şeklindeki iddiamı yeterince delillendirmiş olduğumu sanıyorum. Ancak ben yine de meselenin vehametini iyice tebarüz ettirmek ve sayın Öztürk'ün, Kur’an-ı Kerim'i çalakalem ve baştansavma bir surette Türkçe'ye çevirdiğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak derecede göstermek için eleştirilerimi sürdürmek niyetindeyim.
Bu ısrarımın başka sebepleri de var:

Birincisi: Okur, şayet verilen örnekleri piyasadaki diğer çevirilerle karşılaştırmak zahmetine girerse, hataların çoğunun onlarda da aynen vâki olduğunu görecektir. Binaenaleyh bu eleştiriler vesilesiyle okurun sadece Parantezsiz Meâl hakkında değil, diğer Türkçe Kur’an çevirileri hakkında da bir fikir edinebilmesi mümkün olacaktır.
İkincisi: Sayın Öztürk'ün “Kur’an İslâmı” dediği şeyin, muhatablarının bilgisizliğinden beslenen, retoriği güçlü ve fakat muhtevası kof bir söylem olduğunu tartışmak, ancak böyle bir eleştiri sonrasında verimli olabilir. Çünkü Kur’an İslâmı iddiasıyla üretilen bu söylemin Kur’anî temelleri, sanılanın aksine, fevkalâde zayıf ve güçsüzdür. Bu zaaf gösterilmedikçe, suyun dibine derinlik sebebiyle mi, bulanıklık sebebiyle mi inilemediği anlaşılamaz kanatindeyim.

İşbu gerekçeyle, kaldığım yerden devam ediyorum:

· Andolsun incire, zeytine, Tûr-i Sîna'ya ve şu güvenli kente ki... (Tîn: 1-3)

Bu çeviriden, iki yiyecek türüne ve iki beldeye yemin edildiği (dikkat çekildiği) anlaşılıyor. Acaba niçin? Tûr-i Sina'nın Hz. Musa'ya, Beled-i Emin'in (Mekke'nin) ise Hz. Muhammed'e vahyin geldiği mukaddes beldeler olması sebebiyle bu iki yerin zikredildiği malum. Fakat incir ile zeytin'in bu siyak içerisinde zikredilmesinin hikmeti nedir?
Mütercim, bırakalım klasik tefsirleri, hiç değilse merhum Elmalılı'nın tefsirine bakmayı akıl etseydi, ya da bakmışsa bile orada ne denildiğini biraz anlasaydı, okurlarını böyle bir garabet karşısında bırakmazdı.
Bu vesileyle şu anektodu zikretmek isterim:
Birçok kaynakta yer aldığına göre, Mustafa Kemal Atatürk, karşılaştığı din adamlarının cahil olup olmadıklarını anlamak için, bu sûreyi okutturur ve sonra onlara Tîn ile Zeytûn'un mânâsını sorarmış. Ayeti İncir ve Zeytin diye çevirip, bu iki yiyeceğin hikmetini sıralamaya başlayanları susturur, onların ilimlerine itibar etmezmiş. Nitekim 1925'de Samsun'da İstiklâl Ticaret Mektebi'nde okuduğu nutukta yer alan şu satırlar, bir fikir verebilecek mahiyettedir:





Hoca Efendi bir fikrini izah etmek için Ve't-Tîni ve'z-Zeytûni ayetini kendince tefsir ettiler, incir ve zeytin çekirdeğinden düsturlar çıkardılar. Birindeki kesreti, diğerindeki vahdeti işaret ettiler. Ayetin medlûlü bu mudur, değil midir birşey diyemeyeceğim. Yalnız bu seyahatim sırasında bi't-tesadüf bu ayetin mazmûnunu ben diğer bir hoca efendi'den sormuştum. Bunun için yarım saat kadar mütalaaya ihtiyaç olduğunu söyledi.





Sayın Öztürk, klasik tefsir eserlerine ne kadar itibar eder bilemiyorum. Fakat hiç değilse yakın tarihimize ait birkaç eseri karıştırsaydı, sanıyorum bu ayetin mazmûnunu birkaç dakikada çevirmeye kalkışmazdı.

· Allah bir sivrisineği, hatta onun da üstündeki bir varlığı örnek göstermekten sıkılmaz. (Bakara: 26)

Sivrisineğin üstündeki varlık, ile kastedilen nedir?
Sözgelimi kuş mu?
Meselâ serçe, kanarya veya karga mı?
Cenab-ı Allah, misal sadedinde niçin sivrisinekten, hatta üstündeki bir varlıktan söz ediyor?
Mütercim ayette ne denmek istendiğini anlamadan ibareyi çevirmeye kalkışmıştır. Çünkü burada fevka (üst) sözcüğü, küçüklük bakımından daha üstünü mânâsındadır. Dolayısıyla ayette, sivrisineğin, hatta ondan daha küçük birşeyin bile misal getirilebileceği söylenmek istenmektedir.

· Ve o, kesin bilginin tam gerçeğidir. (Hâkka: 51)

Kesin bilginin tam gerçeği de ne demektir, şahsen bir mânâ veremedim. Üstelik bu ibare, bir isim tamlaması. Oysa orijinali, bir sıfat tamlaması: el-hakk'ul-yakîn. Mânâsı da kabaca kesin gerçek demek.
Peki mütercim ne yapmak istiyor?
Bunu ifade etmek istemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki çeviri ciddiyet isteyen bir iştir!

· Sana şaşmaz ve kesin bilgi gelinceye kadar ibadet et. (Hicr: 99)

Hz. Peygamber'den, kendisine gelene kadar ibadet etmesinin istendiği şey nedir? “Şaşmaz ve kesin bilgi”.
Peki bu ibarenin aslı nedir? Yakîn sözcüğü...
Şaşmaz ve kesin sözcükleri, yakînin karşılığı olduğuna göre, bilgi sözcüğünün karşılığı nerede?
Yok!
Olsun, her çeviride böyle şeyler olur. Biz cümlenin ne dediğine bakalım, sonra da şu çeviriyle ikisini karşılaştıralım:
· Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar ibadet et!

Sayın Öztürk, Kur’an'da bir sözcüğün her kullanımında aynı anlamı taşımadığını öğrenmenin bir yolunu bulmalı. Şayet, bu kadarını ben de bilirim, diyorsa, hiç beklememeli hemen ilminin gereğini yapmalı.

· Eğer bilmiyorsanız, Zikir/Kur’an ehline sorun. (Nahl: 43)

Bu çeviriyi bir de şu şekilde yazmayı deneyelim:

· Eğer bilmiyorsanız, Zikir (Kur’an) ehline sorun.

İnsaf ehli biri çıksa da aradaki farkın ne olduğunu bize söylese!
Fakat söyleyemeyecektir, zira arada parantez işareti yerine, eğik çizgi kullanmaktan başka hiçbir (evet hiçbir) fark yoktur. Sayın Öztürk, şayet parantez kullansaydı, okur, kendisinin, zikir sözcüğünü en azından böyle yorumladığını düşünürdü. Ancak eğik çizgi kullandığı ve Kur’an'ı yorumlardan arındırdığı iddiasında bulunduğu için, bu ayeti okuyanlar, haklı olarak metinden Zikir=Kur’an mânâsını çıkaracaklardır.
Maksad hâsıl olduktan sonra ne mahzuru var, diyebilirsiniz. Ne ki maksad hâsıl olmamaktadır; zira ayette geçen ehl-i zikir ile ehl-i Kur’an değil, ehl-i Kitab, yani yahudiler ve hristiyanlar kastedilmektedir.
İşin hakikati bir yana, sayın Öztürk'ün kalkıp bize itiraz ettiğini varsayalım. Bu takdirde kendileri bir çeviriyi mi, yoksa bir yorumu mu savunmuş olacaklardır?
Cevabı verilmesi gereken asıl sual bizce budur!

* * *
30 Temmuz 1998



Parantezsiz Meâl ile ilgili eleştirilerimi, sayın Öztürk'ün daveti üzerine yazmaya karar vermiştim. Nitekim bu konuda dört yazı yazdım ve çeşitli örnekler vererek kendisinin, parantezsiz meâlin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddiasının gerçeğe aykırılık taşıdığını ve üstelik çevirisinin çok ciddi hatalar içerdiğini söyledim. Bu son yazıda, başka örnekler vermeyecek ve sadece Sayın Öztürk'ün çevirisinde nasıl olup da bunca hatanın yer alabildiğinin sebepleri üzerinde duracağım:




1. Yöntemsizlik
Parantezsiz Meâl'in en büyük zaafı, tıpkı diğer çeviriler gibi, bir çeviri yöntemine uyulmaksızın gelişigüzel yapılmış olmasıdır. Eserin mütercimine, bu ibareyi niçin bu şekilde çevirdiniz, diye sorulduğunda, vereceği muhtemel cevaplar, keyfim öyle istedi de ondan, demekten başka bir mânâya gelmeyecektir. Oysa bir yönteme riayet edilseydi, eleştiri doğrudan ilkeler düzeyinde cereyan edebilir ve hataların kişiselleşmesi önlenebilirdi.

2. Ciddiyetsizlik
Yöntemli çeviri, herşeyden evvel ciddiyet ve mesuliyet ister. Oysa Parantezsiz Meâlin diğer bir zaafı, ciddiyet ve mesuliyet duygusundan yoksun bir çabanın ürünü olmasıdır. Hatırlayabildiğim kadarıyla, sayın Öztürk, bu çeviriyi üç yılda yaptığını söylemişti. Üç yılın ne kadarını bu işe ayırdıkları ayrı bir konu; fakat mesuliyet sahibi bir insan, üç yılda Amme Cüzü'nü bile çeviremez.
Ben üç yaşından, beş yaşından beri bu işlerle uğraşıyorum, şeklindeki sözlerin bir anlamı yoktur. Kur’an'ı Türkçe'ye çeviren meâl sahiplerinin özgeçmişlerini ve yayımladıkları eserleri tedkik ediniz, çoğunun, ömürlerini Kur’an ilimleri dışındaki işlere hasrettiklerini göreceksiniz. Yıllarca Tefsir İlmi yerine, fıkıh, tasavvuf, kelâm, tarih, vs. tahsil edip genel bir Arapça bilgisiyle ve bir-iki yıl bile emek sarfetmeden Kur’an çevirisi gibi muazzam bir işin altından kalkılabileceğini sanmak, ne yazık ki bizim çağdaş hocalarımıza özgü bir zaaftır. (İlahiyat hocası olmak, Kur’an'ı Türkçe'ye çevirmek için belki iyi bir başlangıç olabilir.)

3. Vukûfsuzluk
Bizim düşünce geleneğimizde, tefsir ilminin bir aslı-usûlü vardır, fakat Kur’an çevirisi, uluslaşma sürecinde ortaya çıkan yeni bir olgudur, bir bid‘at-ı ecnebiyyedir. Bu yüzden, Parantezsiz Meâlin zaaflarından biri diğeri de çeviribilim tahsil etmemiş bir kalemin elinden çıkmasıdır. Modern anlam ve yorum teorileri ve bu alanda oluşmuş muazzam literatür, daha da önemlisi bu literatür'den çok daha seviyeli ve çok daha derinlikli bir kitabiyât üretmiş olan İslâm dilbilim ve mantık geleneği, sayın Öztürk'ün ilgi ve ihtisas alanı dışında kaldığından, Parantezsiz Meâl, basit üslûb oyunlarının sergilendiği bir metin olup çıkmış, meâl sahibi ise yıktığını söylediği putların (!) kurbanı olmuştur.

4. Ufuksuzluk
İnsanları etkilemek ve heyecanlandırmak başka bir şeydir, onları eğitmek ve zihnî melekelerini beslemek başka bir şeydir. Sayın Öztürk, bizim geleneksel kültürümüzde önemli fonksiyonlar icrâ eden vâizlerin ve kıssacıların yaptıklarını hatırlatır bir biçimde halkı Kur’an'a ve İslâm'a davet ediyorlar. Bu yüzden her müslüman gibi ben de kendisini destekliyorum. Dolayısıyla eleştirilerim, yaptıklarını görmezden gelmek veya küçümsemek maksadına matuf değildir. Bilakis beni bundan sonrası ilgilendiriyor. Düzgün bir hitabetle halkı etkilemeyi başardınız, sevindirdiniz veya ağlattınız diyelim. Peki sonra?
İşte sayın Öztürk'ün bir sonrası yoktur ve olmayacaktır!
Parantezsiz Meâlin bu kadar hatalarla dolu olması da böylesi bir ufuksuzluğun sonucudur. Halkımızın bilgisizliğini ölçü alırsak, belki büyük bir hizmet yapıldığı, hiç değilse insanlarımızın yanlış-doğru birkaç ayet çevirisini okumalarına vesile olunduğu söylenebilir. Fakat aşağıya değil de yukarıya bakarsak, meselâ o muazzam İslâm ilim geleneğinin ürünlerini esas alırsak, yapılanların kıymeti nedir?
İşte ufuk'tan kastettiğim böyle birşey.

5. Köksüzlük
Âkif'in o meşhûr, ilhamı Kur’an'dan alıp İslâm'ı asrın idrakine söyletmeye müteveccih çağrısı, ne yazık ki bu yüzyılın modernleşme temayüllerinin Kur’an ayetlerine yansıtılması neticesini doğurdu. Şûra Sûresi'ni Parlamento Sûresi haline getiren teşebbüsler, işbu zihniyetin ürünüdür. Bilimsel keşifleri, parlatılan siyasî eğilimleri, entellektüel jargonun cazip terimlerini Kur’an'da arayıp bulmak, yanlış ve yanlış olduğu kadar da yanıltıcıdır. Diyanet İşleri Başkanı bile, bundan böyle alâk sözcüğünün embriyo olarak çevrileceğini ilan etmeyi bir marifet sanıyor. Kur’an çevirisine el atan herkes de bu sakat bakış açısının aktörlüğüne soyunmuş durumda.
Netice itibariyle halkı etkilemek, imanı kurtarmak, hatta Kur’an'ın revnâkını artırmak gibi iyi niyetlerle, Kur’an'ın sadece ontolojik değil, epistemolojik temelleri de yerle bir ediliyor.
Son bir asır, bu iyi niyetli çabalar sonucunda, Kur’an'ı tanınmaz hâle getirdi. Tıpkı ceviz ağacından yapılmış, sedef işlemeli, kendisine değer biçilemez nâdir bir Osmanlı rahlesinin üzerini, sırf eskidir diye plastik boyayla boyayan cahil mirasçılar gibi, birileri kalkıp putları yıkıyoruz, hurafeleri siliyoruz diyerek Cenab-ı Allah'ın hikmet dolu ayetlerinin üzerini ucuz sloganların parlak renkleriyle kapattılar. İşin acı tarafı, bütün bunları İslâm'a hizmet adına yaptıklarına inandıklarından dolayı da yüzümüze bakıp şöyle dediler:
Nasıl güzel olmuş mu?
Sizleri bilmem ama benim bu suale cevabım acı bir tebessümden ibarettir.

6. Tarihsizlik
Parantezsiz Meâlin tarihi olmamasının nedenleri ve örnekleri üzerinde uzun uzun durmak isterdim. Fakat diğer yazılarımda bu konuyu yeterince ele aldığımdan daha fazla mütalaada bulunmaya ihtiyaç duymuyorum.

Sonuç
Bu çevirinin eleştirisi göstermiş olmalı ki müslümanların sorunları sanıldığından daha fazla derinlerde. Bu sorunları aşmak için üç özelliğe birden sahip olunması gerekir: siyaset, samimiyet, cehd.
Tek başına cehd kapının içeriden açılmasını engelleyemez.
Tek başına samimiyet başka kapıların açılmasını sağlayamaz.
Tek başına siyaset ise sizi komik duruma düşürür.
Üçü birden olursa ne mi olur?


Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder