Sayfalar

SÖZ MEDENİYETİNDEN GÖZ MEDENİYETİNE


10 Ocak 2010



Biblia Pauperum.
Yani yoksulların kitab-ı mukaddesi. Okumaktan mahrum olanların, ümmîlerin, görmeye ihtiyacı olanların.
Harfler okuma-yazma bilenler için neyse, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir.
VI. yüzyılda böyle söyler Papa Gregorius Magnus (540-604).
Yani İslâm’ın ortaya çıkışından önce. Böylelikle Kitab-ı Mukaddes kıssaları resm u tasvir edilmeye başlanır. Hıristiyanlık bilincini neredeyse tümüyle görselleştirmek mümkün hâle gelir.
Niçin?
Okuyarak öğrenmekten mahrum olan halkın bakarak öğrenmesi için. Lâkin harfler aracılığıyla değil, resim ve tasvirler aracılığıyla. İkonalar yardımıyla.
Anlamak için değil sadece, ibadet etmek için de.
Batılı bilincin görselliğe yatkınlığının temelinde, Greko-Romen tecrübesinin yanısıra, plastik sanatları ve sanatçıları asırlarca himaye eden Kilise’nin etkisi ve katkısı da inkâr olunamaz.






Batı kültürü, özü itibariyle görseldir. Eşyayı doğrudan gözle kavramaya hem yatkındır, hem de alışkındır.
Batı Hıristiyanlığı en nihayet Greko-Romen geleneğin takipçisidir. İster istemez Arileşmiştir. Mirasçısı olduğu uygarlıkla belki ideolojik olarak çatışmış ama sonunda onu kültürel olarak içselleştirmiştir. Sarı saçlı, mavi gözlü bir İsa artık herkesin gözü önündedir. Yanında. Evinde.




Peki Doğu’nun, bilhassa müslüman ve yahudi tecrübesinin gözle ve görsellikle ilişkisi nedir?


Sami bilincinin hafızasında görsellik, herşeyden önce dolayımsızlık demektir. Dolayımsızlık, yani eşyayla/dünyayla doğrudan doğruya temas! Avuçlamak!
Gerek yahudi, gerekse müslüman bilinci görsellikte hep bir teşhir yönü görmüş, bu yüzden de hakikati bilme ve anlama sürecinde dolayımı tercih etmiştir. Kulağı yani. İşitselliği. Görerek bilmek yerine, duyarak bilmeyi.


Hakikat ile talibi arasında her zaman belirli bir mesafenin bulunmasını arzu etmiş ve görmekte/görsellikte hep bir avuçlama hevesi sezdiğinden, görmenin dolayımsızlığına karşı, işitmenin dolayımını tercih etmiştir.
Avuçlamayacaksın ve fakat dokunabilirsin. Sadece değebilirsin.

İslâm medeniyeti, bu yüzden, görme merkezli değil, işitme merkezlidir; üstelik birçok alim kitaplarında uzun uzun görmenin işitmeden daha üstün olduğunu belirtmiş olmalarına rağmen. Sözgelimi İbn Kuteybe (öl. 889) daha IX. yüzyılda görme’nin işitmeden üstün olduğunu savunmuş ve kendince deliller öne sürmüştür.


Keza XI. yüzyılda yine bir başka alim, Abdulkahir Bağdadi (öl. 1037), ilginç biçimde Kelamcıların görmeyi işitmeden üstün tuttuklarını, buna mukabil Felsefecilerin ise işitmenin görmeden üstün olduğu görüşünü savunduklarına değinmiştir. XII-XIII. yüzyıllarda da bu tartışmanın bütün hızıyla sürdüğü eldeki metinlerden anlaşılmaktadır, hem de Kur’an tefsirlerinde. Nitekim Fahreddin Razi (öl. 1209) işitmenin mi, görmenin mi üstün olduğu tartışmalarına ilişkin olarak ünlü tefsiri Mefatih’ul-Gaybda tarafların delillerini ayrıntılarıyla kaydetmekten kaçınmamıştır.

Kınalızade Ali Çelebi (öl. 1571) bile Ahlak-ı Alâî adlı eserinde bir fırsat düşürüp gayet sakin sanatçıların duvar sayfalarına nakşettikleri at resimlerine delil sadedinde atıf yapmakta hiçbir beis görmez:

Nakkaş dîvarda suret-i feresi bu vechile nakşettiği nefs'ul-emr ve haricde feres ol surette olduğundandır. Na ân ki feres haricde ol suret üzere sahife-i dîvarda bu vech üzere münakkaş olduğundan ola, hâşâ ve kellâ!

Hal böyleyken, özelde İslam, genelde Doğu söze sadakatinden asla vazgeçmemiş, kurulan yeni şehirlerin hiçbiri bozkırlardan ve çöllerden akıp duran yüzbinlerin şiire ve müziğe olan düşkünlüğünü değiştirmeyi başaramamıştır.
Mevsimlere göre biteviye yer değiştiren zaman-merkezli topluluklarda şiir ve müziğin, bulundukları yerden kıpırdamayan mekan-merkezli (yerleşik) toplumlarda ise plastik sanatların gelişmesi kaçınılmazdı. Kulağın kavrayışı için topluluk olmak yeterliyken, gözün kavrayışı için bu toplulukların muhtem bir topluma da dönüşmesi gerekiyordu.
Bugün kültürümüzde plastik sanatların kavranışında hâlâ bir sorun varsa, bunun temel nedeni, Doğulu toplumların hâlâ görsellikten ziyade işitselliğe yatkınlıklarını muhafaza ediyor olmalarıdır. İslam, sadece zaten varolagelen bu duyarlılığa yeni biçimler kazandırmıştır. Lakin esas olan hep Kelâm’dı, Kelâmullah! Söz yani. Dil. Kelime.

René Guénon meselenin özüne dokunan nadir düşünürlerdendir:


Mais il y a ceci de remarquable, que parmi les facultés sensibles, la vue a un rapport direct avec l’espace, et l’ouïe avec le temps: les éléments du symbole visuel s’expriment en simultanéité, ceux du symbole sonore en succession.
[Fakat burada şunu belirtmek gerekir ki gözün görmesinin mekanla, kulağın işitmesinin ise zamanla doğrudan bir bağlantısı vardır. Şöyle ki: Görsel sembolün öğeleri aynı zamanda ifade edilirken, sesli sembolün öğeleri art arda ifade edilir.]



Guénon’dan hareketle analizin alanını biraz genişletmek ve özü kavramak için bir adım daha atmak yeterlidir sanırım:


Ainsi, les sédentaires créent les arts plastiques (architecture, sculpture, peinture), c’est-à-dire les arts des formes qui se déploient dans l’espace; les nomades créent les arts phonétiques (musique, poésie), c’est-à-dire les arts des formes qui se déroulent dans le temps.
[Böylece yerleşik toplumlar plastik sanatları (mimarlık, heykeltraşlık, resim), yani mekan içinde açılan şekillerin sanatlarını doğurmuşlardır; göçebeler ise, sesle ilgili (fonetik) sanatları (müzik ve şiir), yani zaman içinde akıp giden şekillerin sanatlarını doğurmuşlardır.]

Müslüman bilinci duygu ve düşüncelerini, şekiller aracılığıyla değil, sırf bu nedenle kelimeler aracılığıyla ifade etti asırlar boyunca. Tezhib ve minyatürü usulca bir kenara bırakırsak, görselliği en çok harflerin tersim ve tasviriyle sınırladı. Hat sanatıyla. Kaligrafiyle. Duygu ve düşüncelerini dile getirdi, ve fakat göze getirmekten kaçındı.
Müslüman bilincinin şiir yeteneği tartışılabilir mi? Doğulu bilincin şiiriyeti? Aslâ! Herhangibir kibir iması olmadan söylenirse, şiirin yurdu, doğu topraklarıdır. Bütünüyle Şark!
Manzum ve mevzun (ölçülü) düşünmeyi dünyaya öğreten bir medeniyetin çocuklarıyız. Şiirle düşünürüz. Düşünceyi duyguların üstüne yerleştirmeyi bildiğimiz gibi, duygularımızı da düşüncelerimize taşıtabiliriz.

Dil düşkünüdür Şark zekâsı. Dolayımı sever, sırrı, gizemi, örtük olanı. Teşhir etmek Şark’ın eşyayı kavrama tarzına yabancıdır. Kadınları bile soyarak değil, örterek yüceltiriz. Dolayıma başvurmaktan hoşlanırız. Saklamaktan. Muammadan. Tanrımızı bile görmeyi değil, ona yaklaşmayı önemseriz. Avuçlamayı değil, sadece değmeyi. Dokunmayı. En çok, göz ucuyla bakmayı. Şehlâ-nigâhı.
Aslında geçmiş zaman kipiyle yazmalıydım tesbitlerimi. Yazmadım. Çünkü hâlâ büyük ölçüde aynı bilincin taşıyıcıları olduğumuza inanıyorum. Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet, ne de Cumhuriyet devri bu bilinç yapısını değiştirebildi. Değiştiremezdi de zaten. Dinci veya dinsiz, bu ülkenin bütün haylaz çocukları şiiriyet ehlidir! Görselliğe değil, işitselliğe yatkın bir tabiatları vardır. Gizeme, sırra, esrara. Sanatçısı pek yoktur bu yüzden, ama şairi vardır. Edebiyatçısı. Hikayecisi. Kıssacısı.
Sanat (Art/Kunst) ve Edebiyat (Literatur) ayrımını yaparken bile hep elleri, dilleri dolaşır bizimkilerin, aradaki farkı kavramakta beceriksiz davranırlar; sanatçı (artist) diye tanıttıklarının en nihayet ya şair, ya hikâyeci veya romancı olduklarını unuturlar.

Peki sinema sanatı? Türk Sineması? Bir anlamı var mı bilmiyorum ama meselâ Müslüman Sineması? Sözgelimi Çağrı filmi, dindar bilincin değil, gerçekte Greko-Roman tecrübesinin çocuğu olan Batılı modern bilincin ürünüdür. Olması gereken de buydu zaten. (Çağrı teknik bakımdan daha Batılı, daha modern olduğu için başarılıdır; dinen daha hassas olduğu için değil!)
İslâm dünyası plastik sanatlar konusunda onüç-ondört asırlık bir gecikmeyle de olsa henüz irtibat kurmuşken başka ne yapılacaktı yani?
Müslüman bilincin daha uzun bir süre gözle ve görsellikle ilişkilerinde sorun yaşaması kaçınılmazdır. Görmeyi ve göstermeyi öğrenmek zaman alır. Asırlık alışkanlıklardan sıyrılmak ve/veya yerleşmiş hassalarla hesaplaşıp onları eğitmek pek o kadar kolay değildir. Çölün ve bozkırın bilince kazıdığı alışkanlıklarından.
Sinema, edebiyat ile sanatı en yüksek düzeyde birleştirebildiği ölçüde bir sanat haline gelebildi. Yani görsellik ile işitselliği. Bu yüzden gerçek anlamıyla en modern sanattır sinema.



Biraz durup düşünmeli, Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri niçin Batı’da takdir görüyor da Türkiye’de sıkıcı bulunuyor? O filmler görsellik kalitesiyle Batılı bilinci ne kadar etkiliyorsa, halkımızı da (ne yazık ki) o denli sıkıyor ve bayıyor. Ceylan’ın filmlerinde edebiyatın/hikâyenin/anlatının kokusu bile yok ama saf görsellik var. Diyalogları ne kadar berbatsa, görüntüleri de o denli etkileyici! Ceylan, muradını gözüyle anlatıyor, diliyle değil. Bu nedenle kulağa değil, öncelikle göze hitab ediyor. Batılı bilinç de o ödülleri Ceylan’ın hikâyesine değil, sanatına veriyor. Görsellikteki maharetine. Kamerasının gücüne. Kadrajının yetkinliğine.



Keza Cem Yılmaz, filmlerinde kendince görsel harikalar yaratmaya çalışıyor, yapımcıları da kesenin ağzını açtıkça açıyorlar. Komedyen, maksat sanat olsun abiler diyor. Bu çabalar karşısında halk ne diyor? Görsel tekniklere karnımız tok, biz hikâye isteriz, gülmek isteriz, diyerek o görsellik numaralarını umursamıyor bile. Halkın gözünü çok meşgul edersen, anlattığın hikâyeye pek kulak ver(e)mez. Oysa stand-up’lar öyle mi? Yeter ki konuş! Herkes dikkatle dinler seni! Dinler ve güler. Gösterme, dikkati dağıtma, sadece anlat!






Recep İvedik filmleri neden gişe rekorları kırıyor sanıyorsunuz? Göstermiyor, sadece anlatıyor. Tuluât yapıyor ve saçmalıyor. Halk da dinliyor. Hepsi o kadar!





Pek hatırlayan çıkar mı bilmem, İran İslâm Devrimi’nden kısa bir sonra ülkemizde bir Kur’an-ı Musavver meselesi başgöstermişti. 80’li yılların başında.
Resimli Kur’an olur mu olmaz mı tartışması! O zaman, zinhar haramdır denilerek büyük bir yaygara koparılmıştı. Peki şimdi, otuz yıl sonra? Kur’an-ı Musavver olur mu? Meselâ bir Resimli Meâl? Caiz midir? Biblia Pauperuma cevaz var mı bizim topraklarımızda?
Dindar bilincin bu sorulara yanıt vermekten kaçınmayacağını, ciddiyetle bir karşılık vereceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz demektir. Susacaktır. Çünkü kendisinden yanıtı istenen soruları bile anlamakta güçlük çekecektir. İnsanlar gibi toplumlar da kendi zaafları üzerine konuşmadan onlardan kurtulmak isterler. Kendileriyle yüzleşmeden. Kusurları, başkalarınca dile getirilmeksizin kendiliğinden yok olsun isterler. Mümkünse yardım almadan. Oysa bu soru(n)lara hakettikleri önem verilebilseydi, belki de ilk defa kendimiz hakkında kendimiz konuşmaya başlayabilirdik. Yüzleşebilseydik, ilk defa kendimizle kendi isteğimizle yüzleşmiş olacaktık.


Batılı bilinç ile Doğulu bilinç arasındaki ayrımın en keskin tarafını pekala biz kendimiz görebiliriz.
Kelime ve hayalin soyutluğundan şekil ve suretin somutluğuna. Dinlemek yerine artık görmek, en azından görerek dinlemek!
Dindar bilinç resmin ve heykelin olduğu mekanda namaz kılabilir mi? Putperestlik korkusu hissetmeksizin bir heykeli temaşa edebilir mi? (Soruları arttırmaya gerek var mı, tartışmanın başlangıcı için bu kadarı yetmeli.)
Ne dersin ey talib, inanmanın maliyetini üstlenmeye hazır mısın?
Hazırım diyorsan, çaren yok, dinlemek kadar görmeyi de öğrenmeye mecbursun!
Kendine kendi aynanda bakmaya mahkumsun!
Kırmadan önce kalemimi, kulak ver sözüme ey talib, bu mahkemede sen hem hakim hem mahkumsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder