Biblia
Pauperum.
Yani yoksulların kitab-ı mukaddesi. Okumaktan
mahrum olanların, ümmîlerin, görmeye ihtiyacı olanların.
Harfler okuma-yazma bilenler için neyse, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için
aynı şeydir.
VI. yüzyılda böyle söyler Papa Gregorius
Magnus (540-604).
Yani İslâm’ın ortaya çıkışından önce. Böylelikle
Kitab-ı Mukaddes kıssaları resm u tasvir edilmeye başlanır. Hıristiyanlık
bilincini neredeyse tümüyle görselleştirmek
mümkün hâle gelir.
Niçin?
Okuyarak öğrenmekten mahrum olan halkın bakarak
öğrenmesi için. Lâkin harfler
aracılığıyla değil, resim ve tasvirler aracılığıyla. İkonalar
yardımıyla.
Anlamak için değil sadece, ibadet
etmek için de.
Batılı bilincin görselliğe yatkınlığının
temelinde, Greko-Romen tecrübesinin yanısıra, plastik sanatları ve sanatçıları
asırlarca himaye eden Kilise’nin etkisi ve katkısı da inkâr olunamaz.
Batı Hıristiyanlığı en nihayet Greko-Romen
geleneğin takipçisidir. İster istemez Arileşmiştir. Mirasçısı olduğu uygarlıkla
belki ideolojik olarak çatışmış ama
sonunda onu kültürel olarak
içselleştirmiştir. Sarı saçlı, mavi gözlü bir İsa artık herkesin gözü
önündedir. Yanında. Evinde.
Peki Doğu’nun, bilhassa müslüman ve yahudi
tecrübesinin gözle ve görsellikle ilişkisi nedir?
Gerek yahudi, gerekse müslüman bilinci
görsellikte hep bir teşhir yönü
görmüş, bu yüzden de hakikati bilme ve anlama sürecinde dolayımı tercih etmiştir. Kulağı yani. İşitselliği. Görerek bilmek yerine, duyarak bilmeyi.
Hakikat ile talibi arasında her zaman belirli
bir mesafenin bulunmasını arzu etmiş ve görmekte/görsellikte hep bir avuçlama hevesi sezdiğinden, görmenin
dolayımsızlığına karşı, işitmenin dolayımını tercih etmiştir.
Avuçlamayacaksın ve fakat dokunabilirsin.
Sadece değebilirsin.
Keza XI.
yüzyılda yine bir başka alim, Abdulkahir Bağdadi (öl. 1037), ilginç biçimde
Kelamcıların görmeyi işitmeden üstün tuttuklarını, buna mukabil Felsefecilerin
ise işitmenin görmeden üstün olduğu görüşünü savunduklarına değinmiştir.
XII-XIII. yüzyıllarda da bu tartışmanın bütün hızıyla sürdüğü eldeki
metinlerden anlaşılmaktadır, hem de Kur’an tefsirlerinde. Nitekim Fahreddin
Razi (öl. 1209) işitmenin mi, görmenin mi üstün olduğu tartışmalarına ilişkin
olarak ünlü tefsiri Mefatih’ul-Gaybda
tarafların delillerini ayrıntılarıyla kaydetmekten kaçınmamıştır.
Kınalızade Ali Çelebi (öl. 1571) bile Ahlak-ı Alâî adlı eserinde bir fırsat düşürüp gayet sakin sanatçıların duvar sayfalarına nakşettikleri at resimlerine delil sadedinde atıf yapmakta hiçbir beis görmez:
Nakkaş dîvarda suret-i feresi bu vechile nakşettiği nefs'ul-emr ve haricde feres ol surette olduğundandır. Na ân ki feres haricde ol suret üzere sahife-i dîvarda bu vech üzere münakkaş olduğundan ola, hâşâ ve kellâ!
Kınalızade Ali Çelebi (öl. 1571) bile Ahlak-ı Alâî adlı eserinde bir fırsat düşürüp gayet sakin sanatçıların duvar sayfalarına nakşettikleri at resimlerine delil sadedinde atıf yapmakta hiçbir beis görmez:
Nakkaş dîvarda suret-i feresi bu vechile nakşettiği nefs'ul-emr ve haricde feres ol surette olduğundandır. Na ân ki feres haricde ol suret üzere sahife-i dîvarda bu vech üzere münakkaş olduğundan ola, hâşâ ve kellâ!
Hal böyleyken, özelde
İslam, genelde Doğu söze sadakatinden asla vazgeçmemiş, kurulan yeni şehirlerin
hiçbiri bozkırlardan ve çöllerden akıp duran yüzbinlerin şiire ve müziğe olan
düşkünlüğünü değiştirmeyi başaramamıştır.
Mevsimlere göre biteviye yer değiştiren
zaman-merkezli topluluklarda şiir ve müziğin, bulundukları yerden kıpırdamayan
mekan-merkezli (yerleşik) toplumlarda ise plastik sanatların gelişmesi
kaçınılmazdı. Kulağın kavrayışı için topluluk olmak yeterliyken, gözün
kavrayışı için bu toplulukların muhtem bir topluma da dönüşmesi gerekiyordu.
Bugün kültürümüzde plastik sanatların
kavranışında hâlâ bir sorun varsa, bunun temel nedeni, Doğulu toplumların hâlâ görsellikten
ziyade işitselliğe yatkınlıklarını muhafaza ediyor olmalarıdır. İslam, sadece
zaten varolagelen bu duyarlılığa yeni biçimler kazandırmıştır. Lakin esas olan hep
Kelâm’dı, Kelâmullah! Söz yani. Dil.
Kelime.
René Guénon meselenin özüne dokunan nadir düşünürlerdendir:
[Fakat burada şunu
belirtmek gerekir ki gözün görmesinin mekanla, kulağın işitmesinin ise zamanla
doğrudan bir bağlantısı vardır. Şöyle ki: Görsel sembolün öğeleri aynı zamanda ifade edilirken, sesli
sembolün öğeleri art arda ifade
edilir.]
Guénon’dan hareketle analizin alanını biraz genişletmek ve özü kavramak için
bir adım daha atmak yeterlidir sanırım:
Ainsi, les sédentaires créent les arts plastiques (architecture, sculpture, peinture), c’est-à-dire les arts des formes qui se déploient dans l’espace; les nomades créent les arts phonétiques (musique, poésie), c’est-à-dire les arts des formes qui se déroulent dans le temps.
[Böylece yerleşik toplumlar plastik sanatları
(mimarlık, heykeltraşlık, resim), yani mekan içinde açılan şekillerin
sanatlarını doğurmuşlardır; göçebeler ise, sesle ilgili (fonetik) sanatları
(müzik ve şiir), yani zaman içinde akıp giden şekillerin sanatlarını
doğurmuşlardır.]
Müslüman bilinci duygu ve düşüncelerini, şekiller aracılığıyla değil, sırf bu
nedenle kelimeler aracılığıyla ifade
etti asırlar boyunca. Tezhib ve minyatürü usulca bir kenara bırakırsak,
görselliği en çok harflerin tersim ve tasviriyle sınırladı. Hat sanatıyla.
Kaligrafiyle. Duygu ve düşüncelerini dile
getirdi, ve fakat göze getirmekten
kaçındı.
Müslüman bilincinin şiir yeteneği
tartışılabilir mi? Doğulu bilincin şiiriyeti? Aslâ! Herhangibir kibir iması
olmadan söylenirse, şiirin yurdu, doğu topraklarıdır. Bütünüyle Şark!
Manzum ve mevzun (ölçülü) düşünmeyi dünyaya
öğreten bir medeniyetin çocuklarıyız. Şiirle düşünürüz. Düşünceyi duyguların
üstüne yerleştirmeyi bildiğimiz gibi, duygularımızı da düşüncelerimize
taşıtabiliriz.
Dil düşkünüdür Şark zekâsı. Dolayımı sever,
sırrı, gizemi, örtük olanı. Teşhir etmek Şark’ın eşyayı kavrama tarzına yabancıdır.
Kadınları bile soyarak değil, örterek yüceltiriz. Dolayıma
başvurmaktan hoşlanırız. Saklamaktan. Muammadan. Tanrımızı bile görmeyi değil, ona yaklaşmayı
önemseriz. Avuçlamayı değil, sadece değmeyi. Dokunmayı. En çok, göz ucuyla
bakmayı. Şehlâ-nigâhı.
Aslında geçmiş
zaman kipiyle yazmalıydım tesbitlerimi. Yazmadım. Çünkü hâlâ büyük ölçüde
aynı bilincin taşıyıcıları olduğumuza inanıyorum. Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet,
ne de Cumhuriyet devri bu bilinç yapısını değiştirebildi. Değiştiremezdi de
zaten. Dinci veya dinsiz, bu ülkenin bütün haylaz
çocukları şiiriyet ehlidir!
Görselliğe değil, işitselliğe yatkın bir tabiatları vardır. Gizeme, sırra,
esrara. Sanatçısı pek yoktur bu yüzden, ama şairi vardır. Edebiyatçısı.
Hikayecisi. Kıssacısı.
Sanat (Art/Kunst) ve Edebiyat
(Literatur) ayrımını yaparken bile hep elleri, dilleri dolaşır bizimkilerin,
aradaki farkı kavramakta beceriksiz davranırlar; sanatçı (artist) diye tanıttıklarının en nihayet ya şair, ya
hikâyeci veya romancı olduklarını unuturlar.
Peki sinema sanatı? Türk Sineması? Bir anlamı
var mı bilmiyorum ama meselâ Müslüman Sineması? Sözgelimi Çağrı filmi, dindar bilincin değil, gerçekte Greko-Roman
tecrübesinin çocuğu olan Batılı modern bilincin ürünüdür. Olması gereken de
buydu zaten. (Çağrı teknik bakımdan
daha Batılı, daha modern olduğu için başarılıdır; dinen daha hassas olduğu için
değil!)
İslâm dünyası plastik sanatlar konusunda onüç-ondört
asırlık bir gecikmeyle de olsa henüz irtibat kurmuşken başka ne yapılacaktı
yani?
Müslüman bilincin daha uzun bir süre gözle ve
görsellikle ilişkilerinde sorun yaşaması kaçınılmazdır. Görmeyi ve göstermeyi
öğrenmek zaman alır. Asırlık alışkanlıklardan sıyrılmak ve/veya yerleşmiş
hassalarla hesaplaşıp onları eğitmek pek o kadar kolay değildir. Çölün ve
bozkırın bilince kazıdığı alışkanlıklarından.
Sinema, edebiyat ile sanatı en yüksek düzeyde
birleştirebildiği ölçüde bir sanat
haline gelebildi. Yani görsellik ile işitselliği. Bu yüzden gerçek anlamıyla
en modern sanattır sinema.
Biraz durup düşünmeli, Nuri Bilge Ceylan’ın
filmleri niçin Batı’da takdir görüyor da Türkiye’de sıkıcı bulunuyor? O filmler
görsellik kalitesiyle Batılı bilinci ne kadar etkiliyorsa, halkımızı da (ne
yazık ki) o denli sıkıyor ve bayıyor. Ceylan’ın filmlerinde
edebiyatın/hikâyenin/anlatının kokusu bile yok ama saf görsellik var.
Diyalogları ne kadar berbatsa, görüntüleri de o denli etkileyici! Ceylan,
muradını gözüyle anlatıyor, diliyle değil. Bu nedenle kulağa değil, öncelikle
göze hitab ediyor. Batılı bilinç de o ödülleri Ceylan’ın hikâyesine değil, sanatına
veriyor. Görsellikteki maharetine. Kamerasının gücüne. Kadrajının yetkinliğine.
Pek hatırlayan çıkar mı bilmem, İran İslâm
Devrimi’nden kısa bir sonra ülkemizde bir Kur’an-ı
Musavver meselesi başgöstermişti. 80’li yılların başında.
Resimli
Kur’an olur mu olmaz mı tartışması! O zaman, zinhar
haramdır denilerek büyük bir yaygara koparılmıştı. Peki şimdi, otuz yıl sonra? Kur’an-ı
Musavver olur mu? Meselâ bir Resimli Meâl? Caiz midir? Biblia
Pauperuma cevaz var mı bizim topraklarımızda?
Dindar bilincin bu sorulara yanıt vermekten
kaçınmayacağını, ciddiyetle bir karşılık vereceğini sanıyorsanız,
aldanıyorsunuz demektir. Susacaktır. Çünkü kendisinden yanıtı istenen
soruları bile anlamakta güçlük çekecektir. İnsanlar gibi toplumlar da kendi
zaafları üzerine konuşmadan onlardan kurtulmak isterler. Kendileriyle
yüzleşmeden. Kusurları, başkalarınca dile getirilmeksizin kendiliğinden yok
olsun isterler. Mümkünse yardım almadan. Oysa bu soru(n)lara hakettikleri önem
verilebilseydi, belki de ilk defa kendimiz hakkında kendimiz konuşmaya başlayabilirdik.
Yüzleşebilseydik, ilk defa kendimizle kendi isteğimizle yüzleşmiş olacaktık.
Batılı bilinç ile Doğulu bilinç arasındaki
ayrımın en keskin tarafını pekala biz kendimiz görebiliriz.
Kelime ve hayalin soyutluğundan şekil ve
suretin somutluğuna. Dinlemek yerine artık görmek, en azından görerek dinlemek!
Dindar bilinç resmin ve heykelin olduğu
mekanda namaz kılabilir mi? Putperestlik korkusu hissetmeksizin bir heykeli
temaşa edebilir mi? (Soruları arttırmaya gerek var mı, tartışmanın başlangıcı
için bu kadarı yetmeli.)
Ne dersin ey talib, inanmanın maliyetini
üstlenmeye hazır mısın?
Hazırım diyorsan, çaren yok, dinlemek kadar görmeyi de öğrenmeye mecbursun!
Kendine kendi aynanda bakmaya mahkumsun!
Kırmadan önce kalemimi, kulak ver sözüme ey talib, bu
mahkemede sen hem hakim hem mahkumsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder