Sayfalar

ASFALTA YAĞAN YAĞMURUN HİKAYESİ


21 Haziran 2009


Tasavvuf kaal ilmi değil, hâl ilmidir.
Yani hakikat’in bilgisi, o dedi, bu dedi ile öğrenilemez, bilakis hakikatin bilgisine, yaşamakla, tecrübe etmekle ulaşılabilir.

Tasavvuf hakkında tekrarlanan beylik sözlerden biri de budur nazarımda.

Sözün hakikati düşünülmeksizin tekrarlanır:
Konuşmakla, yazmakla olmaz, yaşamak gerek!
Bu açıklamada, yaşayarak öğrenme zorunluluğu kadar, yaşayandan (yaşayanın kendisinden) öğrenmek zorunluluğuna da işaret edilir.

İyi hoş ama o hâlde bu vâdinin büyükleri niçin hiç durmaksızın söylemişler ve yazmışlar, yaşadıkları hakikati hem de ciltlerle ifade etmek gereği duymuşlar, tasavvufî tecrübelerini aktaran binlerce ciltlik koca kütüphaneler vücuda getirmişler, biraz olsun düşünmek gerekmez mi?

Nâdânın şerrinden uzak durmak maksadıyla hemen belirtmeliyim ki beylik nitelemesiyle yukarıdaki sözün mazmununda gizli hakikati küçümsüyor değilim. Çünkü bu sözün bir hakikat ifade ettiğine ben de inanıyorum.

Ancak bir hakikati, yani hakikatin sadece bir yüzünü.

Hakikate ulaşmakla, hakikatin bilgisine ulaşmak birbirinden farklı mertebelerdir, ve tasavvuf, kimsenin kuşkusu olmasın ki aynı zamanda kaal ilmidir de.

Hakikatin bilgisi sözün ve yazının da bilgisidir. Sözdeki ve yazıdaki hakikatin bilgisi.

Sözle ve yazıyla bilinecek ve bildirilecek cihetleri vardır, tıpkı amelî (pratik) olduğu kadar nazarî (teorik) tarafının da bulunduğu gibi.

Büyükler, söz kadar, sohbet kadar kitap ve kitabetin de irşad ettiğini, talibi hakikate kavuşturduğunu bilirlerdi. Zaten bu yüzden yazmış ve yazdırmışlardır.

Hakikat yazılır, söylenir, düşünülür ve yaşanır. Her mertebenin kendine özgü bir hakikati, mânâsı ve ehemmiyeti vardır. Elbette ki bilene ve görene!

Bilenler görmüyor, görenler bilmiyorsa hem bilmeyi, hem görmeyi öğütleyen ustalar neylesin!?

Abdülkerim Cilî hazretlerinin şu açıklaması hakikat talipleri için gayet uyarıcıdır:
Ben zamanımızda Arab’dan, Acem’den, Hind’den, Türk’ten ve daha başka milletlerden birçok kimseleri gördüm. Kişi kütüb-i hakikat [hakikatten söz  eden kitaplar] mütalâasıyla ehlullah [hak dostları] mertebesine nâil ve onların makasıd-ı âliyesine vasıl olabilir. Bu suretle hakikat kitaplarını mütalaadan istifade eden salikin bu istifadesine bir de süluk ve mücahadesinin meydana getirdiği malumatı da ilave ederse kâmiller mertebesine ermiş olur. Yalnız kitaplardan olan istifadesi üstünde durarak ilâveye muktedir olamazsa arifiye mertebesinde tavakkuf eylemiş [o mertebede durup kalmış] olur.
Cilî, bazı ustaların bazı talebelerine hakikat kitaplarını mütalaa etmeyi yasaklayabileceğini de söyler. Talib kabiliyetsiz olabilir ve sırf okuduğu kitaplardan çıkardığı yanlış mânâlar yüzünden ömrünü heba edebilir. Bu ihtimal sebebiyledir ki kitap mütalâası yerine daha faydalı pratiklere yönelmesi, hiç kuşkusuz, lehine olur böylelerinin.

Peki hakikat kitaplarına yönelmek için hangi vasıflara sahip olmalı?

Cilî’ye göre, en azından şu vasıflara:
Zekî, ve gayreti aşikâr ve celî, ve imanı kavî olan sâlik, ehli ise kitaplarından matlubunu [taleb ettiği kadarını] elde edebilir ve maksuduna nâil olabilir.
Hak ehli olabilmeleri için, hiç değilse bazılarının, kitapların da ehli olmaları gerekir.

Kişi kendi karar verebilir mi hangi yoldan ve nasıl gideceğine?

Bu hamur çok su götürür, o nedenle Yunus’un bir beytini hatırlatmayı makama daha münasib görüyorum:
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü 
Bostan ıssı kakıyub dir ne yirsin kozumu
Yani, erik dalına çıkıp tam da üzüm yediğimi zannederken, bahçenin sahibi gelmiş beni cevizlerine dadanmakla suçluyor.

Bu beytin açıklamasını Niyazî Mısrî hazretlerinin kaleminden okuyanlar bilirler ki bir ustanın kılavuzluğundan istifadeyi bilmemek helâk olmak anlamına gelir. Öyle ya, henüz yolun başındayken hakikatin sana hangi surette tecelli edeceğini sen nereden bileceksin? Bir de bakmışsın ki erik ağacında üzüm yediğini sanırken kırk yıl mideni cevizle doldurmuşsun.

Şeyh Ahmed Rufaî hazretleri birgün mürîdlerine şöyle der:
Marifetullah ilmini öğreniniz. Çünkü yanımızda cezebât-ı ilahiye azalmıştır.
Bu sözde geçen cezebât kelimesiyle sadece cazibedar şeyhlerin değil, meczubların da kastedildiği ve kendi zamanında artık meczupların azalmış olduğuna işaret edildiği söylenmiştir.

Kısaca, denmek isteniyor ki: Çevremizde pek deli kalmadı, herkes akıllı geçiniyor. Bu yüzden, ey dostlar, fırsat varken hakikatin bilgisini kendiniz elde etmeye çalışın! (Çıldırmak istemiyorsanız delirin!)

Acaba meczublar niçin azalmış olabilir?
Ehl-i zaman nefahat-ı rahmaniye’ye (rahmanî nefhalara/nefeslere) talib olmadığı için. Bir başka deyişle, hakikatin tecellisine mazhar olmak amacıyla nefislerde süslenmeye (tahalli ve tezeyyüne) gayret kalmadığı için.
Sözün özü, azalma tecellî açısından değil, tecellî’ye mazhar olma açısındandır, Hak her zaman aynı surette ve aynı miktarda tecellî eder. Azı çoğu olmaz, yYani rahmet her daim yağar da yağar. Toprağa da yağar, asfalta da.

Rahmete bağrını açanlar nefislerini asfalt suretinden çıkarmadıkları sürece rahmetten bereket tahsil edemezler. Rahmet yağmurları câna değmeksizin üzerlerinden akar gider.

Bereket tahsili için önce gönül aynasını ziftlerden temizlemek, o gönlü kendinde hakikat çiçeğinin açacağı bir bahçe hâline getirmek gerek!

Asfaltta çiçek açmaz. Açabilmesi için asfaltın yağmura değil, fırtına ve sele ihtiyacı var, yani yaşamın ve çelişkinin çıplak gerçekliğine.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder