Dine karşı asıl hürmetsizliği yapanlar, kalabalığın taptığı tanrıları tanımazlık edenler değil, bilakis tanrılar hakkında kalabalığın inandığını tasdik edenlerdir.
1841’de doktora tezinin girişinde Epikür’ün bu sözünü alıntılayan genç Marx’ın zihninde, hikmet’in, sürülere has bir nesne olmadığı muhakkaktı.
Hakikatin bilgisi, ister istemez, kendine has
bir sıradışılığı öngörür. Hakikat talibi, hikmet mabedine girerken nalınlarını
dışarıda bırakmalıdır. Takım
elbiseleriyle, rugan pabuçlarıyla değil, asıl yalınayak ve çıplak bir halde,
pek tabii ki tevazuyla adımını eşikten içeri atmalıdır.
Kalabalığın inandığı tanrılar, müesses dinin
temsilinden başka nedir ki?
Müesses
din, yani kitleleri uyuşturmaya yarayan yasalar
manzumesi, kalabalığın gürültüsü, yığınların, yaygın olanın, genişliğin ve
yaygınlığın, sıranın ve sıradanlığın. Ama kesinlikle derinliğin ve sıradışının değil!
Marx, kendisinin, yıllar sonra, kitleleri
uyuşturacak sentezlere temel teşkil edecek müesses doktrinlerin ilahî pınarı
hâline geleceğini bilebilir miydi?
Hangi namuslu Marksist, bizatihi Marksizm’in
süreç içerisinde, tanrılar (msl. bilim ve felsefe) hakkında kalabalıkların
inandığı bir din haline geldiği hakikatini inkar edebilir?
Din ve ideoloji arasındaki ve bağlacının anlamını yitirdiği nadir
yerlerden biri de burasıdır. Yaşamın olumsuzlamasına direnebilme ve ısrarla
açıklayıcılığını sürdürebilme kudreti, dinin de, ideolojinin de evrenselliğinin
yegâne sınanma ölçütüdür. (Mutlak hakikat
iddiamızı olgulara taşıyalım, bakalım hangisi ayakta duracak?)
Bilim ve ideolojinin din karşısındaki o
kibirli burun kıvırıcılığının ömrü iki asır bile sürmedi.
Sesime kulak ver ey talib, ne fısıldıyorum, ne
de mırıldanıyorum, bak, açıkça senin de duyabileceğin biçimde, hem de sükûnetle
muradımı ifade ediyorum:
Tanrı
öldü, Allah yaşıyor!
Michaelangelo Antonioni’nin Blow-up (1966) adlı filmini hatırlamanın
tam sırası. Antonioni’nin, yani Tarkovski’nin hayran olduğu neredeyse yegâne
yönetmenin.
Aslında fotoğrafı büyütmek demek blow-up. Nitekim filmde de (nihilist)
kahramanımız elindeki fotoğrafları büyütmek suretiyle hakikati görmeye çalışır.
Sorun şuradadır ki görüntüler büyüdükçe temsil ettiği gerçeklik de o denli
bozulur, eldeki bütün iyiden iyiye
dağılır.
Düşünceleri mutlaklaştırma, yorumlarda
abartıya kaçma, neredeyse hakikatin avuçlanabileceği vehmine kapılma da
gerçekte böyledir. Hepsi de aslında birer blow-up işlemidir. Dinler gibi
ideolojiler de zaman zaman bu işleme başvururlar. Evet, dinler de, ideolojiler
de. VE dahî onların sahih ve gayr-ı sahih takipçileri de.
Abartmakta hiçbir sorun yok, sorun abartıyor
olduğunu unutmakta!
Din, hakikat pornografisi’nden yana değildir; hakikati
teşhir etmez, ona işaret eder. Kur’an dahî hakikati afişe etmez, sadece işaret
eder ve bu amaçladır ki ayet
sözcüğünü kullanır.
Dünyevî ideolojilerin, bu düzeyde işi zordur.
Çünkü batınları yoktur, sırf zahirdirler. İç-dış, avam-havass ayrımına katlanamazlar.
Tek boyutlu olmak zorundadırlar. Eşitlikçidirler. Çünkü halktan yana naif bir
iyimserlikleri vardır. Bu iyimserliğin eleştirilecek yanı ise politik
karakterde olmasıdır. Yani hakikatin değil, teorik gerekliliğin ürünüdür.
Das Manifest der
Kommunistischen Parteiın (1848) eldeki tüm çağdaş Türkçe çevirilerine bakılırsa,
Marx’la Engels’in kullandığı patrizier-plebejer
kelimelerinin aynen (patrisien ve plebler şeklinde) çevrilmeden öylece
bırakıldığı görülür. Oysa Manifesto’nun Mustafa Suphi/Şefik Hüsnü yoldaşlar
tarafından İştirakiyyûn Beyannâmesi
adıyla yapılan ilk Osmanlıca çevirisinde karşılık olarak avam ve havass kelimeleri
kullanılmıştır. (Çevirinin ilk basımı 1923 tarihlidir.)
Üstelik mütercimler, Manifesto’nun daha ilk
paragrafında geçen einer heiligen
Hetzjagd tabirini, hem de hiç kompleks duymaksızın, bir mukaddes Ehl-i Salîb tertibi şeklinde çevirme gözüpekliğini
gösterebilmişlerdir. Çünkü muhatablarının hassasiyetlerini ciddiye almışlardır.
Bir zamanlar mesele asla sadakat meselesi değil, üslûb
meselesiydi. Bugün bu toprakların dindar çocukları, Mustafa Suphi ve Şefik
Hüsnü yoldaşların Komünist Manifesto’nun çevirisinde gösterdikleri üslûb
titizliğini, onların sadık takipçilerinde de görmek isterler.
Düş kurmak, hayâl kurmak konusunda sosyalist
arkadaşlarımızın, dinî geleneğin haşarı çocuklarının tarihsel tecrübelerine
ihtiyaçları var. Ne de olsa bizler, düşlerine bu dünyanın bile dar geldiği
tarihsel bir geleneğe yaslanıyoruz. İnadına düşlüyoruz. Düş kurmak ve aldanmak
şânımızdandır.
Ortak atamız İbrahim! Düşü’nün hakikati uğruna biricik oğlunu
bile kurban etmekten çekinmeyen o düş görenlerin sultanı İbrahim.
Bu fakirin düşüne katılır mısınız bilemem ama
ben kesilecek kurbanı çoktan buldum, yeter ki siz bıçaklarınızı bileyin!
Gelin
önce şu nefis koçunu kesmeyi deneyelim de hakikat karşısında mütevazi olmayı birlikte
öğrenelim.
İnanın ki kuyu sanıldığı kadar derin değil, sadece ipimiz kısa.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder