19 Ocak 2001
Bu toprakların tarihi içerisinde XX. yüzyılın ilk çeyreği kadar trajik bir devir gösterilebilir mi bilemem. Varoluş kaygısının tek kelimeyle kaderimiz haline dönüştüğü yıllardır bu yıllar. Büyük destanların yazıldığı yıllar. Bir milletin ödeyebileceği en büyük bedellerin ödendiği yıllar. Çekilebilecek acıların en yükseğinin çekildiği yıllar. Yenilgiler, utanç, zillet, ızdırap. Trablusgarb direnişi. Balkan savaşı. I. Dünya Harbi. Mütareke yılları. İstanbul’un işgali. Millî mücadele.
Kâh hüzün, kâh tebessüm, fakat her halukarda kaygı, endişe,
tutku ve umut. Bütün olumsuzluklara inat özgürlük umudu, ayağa kalkma arzusu,
varolma kaygusu, haysiyet mücadelesi.
Bu safha içerisinde bilhassa iki tablo vardır ki hiçbir
vicdan sahibi acı duymaksızın bu tabloları seyretmeye güç yetiremez: Sarıkamış
Faciası ve Kanal Hezimeti.
1914-1915 kışında yapılan Kanal Taarruzu —ki sonradan taarruz/hücum sözcüklerinin yerini keşif sözcüğü alacak ve bu başarısız
taarruza sözümona I. Kanal Seferi
denecektir— hakkında iki önemli eser yazılmıştır. Biri Ali Fuad Erden’in Paris’ten Tih Sahrasına adlı kitabı;
diğeri Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı
adlı kitabı. İlki bir askerin, ikincisi bir gazetecinin kaleminden çıkmıştır. Tabiatıyla
biri daha belgesel ve öğretici, diğeri daha hamasî ve etkileyicidir.
(Bu arada
Cemal Paşa’nın kendini müdafaa amacıyla kaleme aldığı hatıratına da ayrıca
işaret edelim.)
İşte aşağıdaki alıntı böylesi önemsiz(!) bir ayrıntının
hikâyesi aslında. Sefer sırasında Cemal Paşa’nın yanında görev yapan Ali Fuad
Erden’in hikâyesi. Saldırının hemen öncesinde. Silahlar patlamadan, cesetler
kanalın sularında yüzmeden az önce. Haklı olarak korkan, heyecanlanan,
öleceğini/öldürüleceğini düşünen bir subayın o hengâme içerisinde yaşadığı
tereddütlerle dolu bir ân. Onun için aslâ yinelenmesi/yenilenmesi mümkün
olamayan bir ân. Miktar itibariyle belki çok kısa ve fakat muhteva itibariyle
dehşet verici bir ân.
Gelin şimdi bu trajik ânı onunla birlikte bir kez daha
yaşamayı deneyelim.
Bîr’us-Sebî’den beri cebimde bir portakal vardı. Bu portakal,
Sina Çölü’nde benim tesellim ve ümidimdi. Bir portakalın sahibi, mâliki, hâmili
olduğumu kimse bilmezdi. Onu, en münasip zamanda yemek için şimdiye kadar
saklamıştım. Bunaltıcı, bıktırıcı ve usandırıcı fırtına içinde aklıma geldi,
“bari portakalımı yesem” dedim.
En münasip zaman, hatta münasip zaman bu fırtına zamanı mıydı?
Belki değildi. Lâkin kanala hücum bu gece olacaktı. Hücumun sonucu meçhuldü ve
ne olacağımız da belli değildi. Sonra, fırtına beni dış âlemden ayırıyor ve
ortalığı âdeta karartırıyordu. Yani portakalı yerken kimse beni görmezdi. Çünkü
tek portakalı arkadaşlarımla paylaşmak ve ondan bütün karargâha ikram etmek
mümkün değildi.
Portakalı şu sırada yemek münasip mi, değil mi diye epey
düşündükten sonra yemeye karar verdim.
Fakat nasıl yiyecektim? Soyarken ve yerken kumlanmamasını
sağlamalı idim. Bir plan düzenledim. Fırtına esnasında başımızı kefiye ile
örtmüştük. Portakalı dizlerimin arasına sıkıştıracak; kefiyenin himayesi
altında soyacak; başımı öne eğecek ve olabildiği kadar çabuk yiyecektim. Öyle
yaptım.
Lâkin nazarî olarak mükemmel olan plan, tatbikatta fayda
vermedi.
Portakal bitti; bu fani dünyada her güzel şey gibi çabuk bitti.
Portakalı yedikten, yani güya yedikten sonra pişmanlık duydum.
Keşke yemeyip de saklasaydım, dedim. Hem portakalım kalmadı; hem hayli kum
yutmuştum; hem de ellerim yapış yapış olmuştu.
Şimdi sıra felsefeye geldi. Kıssadan iki hisse çıkardım:
1. İnsan doğru bir karar verebilmek için inceden inceye hayli
düşünüyor da sonunda yine yanlış karar veriyor ve kararı icra eder etmez pişman
oluyor.
2. Hiçbir düşünme tecrübe yerine kaim olamaz. Şu kum fırtınası
içinde portakalı kumsuz yiyemeyeceğimi bilmeliydim. Bu besbelli. Lâkin insanlar
bedahetlere ancak tecrübeden sonra inanırlar; hatta tecrübeden sonra da
inanmayıp tecrübe edilmiş olan şeyi tekrar tecrübe etmeye kalkarlar.
Portakalı yedikten ve kıssadan hisseler çıkardıktan sonra yine
fırtına ile başbaşa kaldım. Fakat bu sefer portakalsız olarak. (s. 141-143,
Ankara, 1949)
Ali Fuad Erden seferden sağ olarak dönebilmeyi
başaranlardan. Nitekim sonra Paşa da oldu. Hatıralarını yazabildi. Oysa
yaralanan, esir düşen ve cesetleri kanalın sularında yüzen memleket evlatları
onun kadar talihli olamadı. Sayıları toplam 52 subay, 1358 erdi. (Cemal Paşa
“toplam 44 subay, 1256 erdi” derken, İngiliz raporlarında “1000 şehit, 2000
yaralı, 650 esir” kaydı var.)
Onların ne yiyebilecekleri bir portakalları, ne de portakal
yemeye vakitleri olmuştu. Ölüme koştular, ölümüne koştular ve öldüler. Bazıları
geri dönmek yerine kafalarına bir kurşun sıkmayı bile göze almıştı ki
Teşkilât-ı Mahsusa’nın Reisi Süleyman el-Askerî bunlardan biriydi. Onun
hikâyesi yazılmadı. Sina çölünün kumlarına portakal sularını değil, kanını
akıtmıştı çünkü.
Mangalda kül bırakmayan, büyük laflar eden, umutlar dağıtan, zafer vaadlerinde bulunan, önlerine konan her mikrofona başlarını uzatıp “İslâm gelecek dertler bitecek” diyen birileri dolaşırdı bir zamanlar aramızda, bilmem hatırlıyor musunuz?
Geçenlerde Hamzazâde Necmi Efendi’yle karşılaştım, bana uzun
uzun bu zevâttan söz etti ve onların şimdi ne yaptıklarını bilip bilmediğimi
sordu.
Bilmiyorum, dedim umursamazcasına, belki ceplerinde
gizledikleri portakalları yemekle meşguldürler.
Acı acı tebessüm etti, yanılıyorsun, dedi, onlar şimdi
ellerini yıkamakla meşguller.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder