10 Ocak 2004
Söyledikleriyle veya yaptıklarıyla boş yere
mesûd ve mesrur olanların vird-i zeban eylemeleri gereken bir mısrâdır:
Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
Ne kadar da insanî, ne kadar da tanıdık
geliyor. Söz söylemeyi ve iş yapmayı marifet bilenlerce dudak bükülecek, burun
kıvırılacak, kulak oynatılacak bir söz, yani kalpteki tesiri bir anda ve
kolaylıkla tehdide dönüşeceğinden bu tehdide güya aldırmak istemeyenlerin
el-yüz hareketleriyle kendilerini ele vermelerine yol açacak bir söz.
Oysa bu bir söz değil ki sadece, hâl.
Evet, düpedüz bir hâl. Yani gerçek,
yani acı, yani hayatın ta kendisi. Yaşanmadıkça telâffuz edilemeyecek bir hâl.
Kimilerince karamsar ve kötümser bir bakış
açısının, belki bir çöküş hâlinin kendini gizleyemeyen işaretlerinden biri.
Kimilerince karamsarlıklarını daha da
karartacak bir tesbit. Gerçeği, kendilerine mahsus gerçeği hayatın (herkesin)
gerçeği olarak ilan etmelerini mümkün kılacak bir epigram.
Kimilerince ise sadece sermaye-i makal.
Ne söylesem ki harabım, ne eylesem ki harab!
Linç edilerek öldürülen sahib-i kalemin
hikâyesini bilenlerce bu söz ve bu hâl, kimbilir belki de hayat karşısında
yenilmiş, hüsrana uğramış, çaresiz kalmış bir ferdin geçmişinde geleceğinin
izlerini bulmaya yarayacak kriminolojik bir veriden ibaret.
Sözü, söyleyenden hareketle anlamaya çalışmak,
anlamı, sözcüklerden hareketle anlamaya çalışmanın aynısı. Gerçi bazen işe
yarar da. Lâkin yine de sözü sözde, anlamı anlamda görmek gerekir. Sözü sözde
tanımalı, anlamı anlamın kendisinde. Anlam bulununca, anlamla bir kez olsun
karşılaşılıp kendisi tanınınca, anlayacak olanın sözcüklere de, söyleyicilere
de ihtiyacı kalmaz.
Tam da ayağının ucunu üzerine değdirdiği anda
bütün vücudu karanlık göletin içine doğru çekilen acemi meraklının yaşadığı
türden korkular, ne kadar ıslanan elbiselerinden soyunmak, kurtulmak isterse
istesin, o soyundukça daha da büyür. Islaklık, vücudunu saran soğukluğun
ürpertisiyle katmerleşir. Canı, kanı çekilir âdeta. Başı çatlar, kafatası sanki
tam da ortasından ikiye ayrılacakmış gibi gelir. Moraran vücut kısa bir süre
sonra sararır, cansızlaşır. Korku canı korkutur. Can korkudan kaçar, hiç
değilse kaçmayı ister. Nafiledir.
Korku gönlünü taze tutmayı beceremeyenleri
hedef seçer.
Korku kendisinden kaçıldıkça kaçanı sarar, bir
ağ gibi kıvrandıkça kıvrananı kollarıyla kavrar, onu sıkıştırdıkça sıkıştırır,
nefes alamaz hale getirir.
Korku önce kişiyi değil, kişiliği öldürür.
Kişilik ölünce, kişi de kendiliğinden ölmüş olur.
Kişiliğini korkular karşısında koruyamayan kişiler
görmeyi hiç becerebildiniz mi?
Ben beceremedim.
Izdırab ise her zaman korkuyu doğurmaz. Korku
her zaman öldürmeyi başaramaz. Korku kendisinden korkmayanlardan korkar.
Mehabbet (sevgi)
ile mehâbet (korku) sözcüklerinin arasındaki ses benzerliğini
önemsemeyin, siz asıl mehabbet kılığına girmiş nice mehâbetin hissedilmesi
güç tuzaklar aracılığıyla avlarını nasıl
da pençelerine alıyor olduklarına bir bakın!
Aşkın yâresinden çıkan koku, korkuyu uzak tutar.
Âşık, yârin açtığı yâreden o denli muzdarib olur ki korku âşıkların ikamet
ettikleri arasokaklara girmeyi bir türlü başaramaz. Çaresiz döner yeniden
anacaddelere. Pençesine alacağı kurbanlarını anacaddelerden seçer,
anacaddelerin güvenliğine sığınmış kalabalıkların arasından.
Şu hayatın cilvesine bakınız ki kalabalıklar
korkudan korkarlarken, korkunun kendisi arasokaklardan korkuyor.
Madem cilvelere bakmaktan söz açmış
bulunuyoruz, o halde Fuzulî’nin şu dizelerine kulak verelim:
Vaslından ayrı n’ola kanın dökülse gül gül
Ben gülbün-i fırakım bu fasıldır baharım
Bu bir bülbülün çığlığı değil.
Öyle ya bülbül,
gülün semtindeki yabancı âşığın adı, hakikat aşığının adı. Güle tutku ile
bağlanan, gülden beslenen ve gülden beslendikçe nağmelerine revnak veren hakikat
aşığının.
Oysa bu beyitteki hüznün sahibi güle yaklaşan,
onu uzaktan seven, sırf bu uzaklık sebebiyle onu önlenemez bir tutkuyla tutmak
isteyen bülbül gibi genç bir âşığın değil, bilâkis gülü her daim kavrayan, onun
hep yanında olan, onun sadece açışını değil, soluşunu da, yapraklarını döküşünü
de izleyen, hatta ona hayat vermişken onu elleriyle gömmek zorunda kalanın
çığlığı.
Güle gülden yakın gülbünün.
Gülbün-i firakın.
Yani bu çığlık başkalarının değil, sadece gül
dalının çığlığı, gülün dalının çığlığı.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder