22 Ekim 2006
Bir şeyi kutsal kabul etmek ve/veya kutsamak ne
demektir?
Hayatınızda kutsal (mukaddes) kabul ettiğiniz
şeyleri, kavramları, duygu ve düşünceleri şöyle bir gözden geçirin ve sonra şu
sorulara cevap vermeyi deneyin:
● Sizin için mukaddes olan nedir?
● Kutsamak (takdis etmek), sizin için ne anlama geliyor?
● Kutsallaştırmak denince, bu ifade size neyi/neleri çağrıştırıyor?
Her hâlde kutsal/mukaddes değerleri olmayan pek
kimse yoktur içimizde.
Kişileri, nesneleri kutsallaştırmaya karşı olsak bile,
yine de kutsallarımız (mukaddes değerlerimiz) vardır, olması da gerekir.
Kutsallaştırmak ifadesinde bir yapaylık
seziyoruz. Çünkü gerçekte kutsal olmayan bir şeye subjektif olarak kutsallık atfedildiğinde, yani kutsal olmadığı hâlde kutsallık payesiyle anılan
şeyler için, bu sözcüğün kullanıldığını görüyoruz.
Kutsamak ise daha farklı, zira kutsama
işlemenin, kendisi de kutsal olan biri tarafından yapılabileceğini
düşündüğümüzden, en azından dilin iç mantığı bu anlamı bize dayattığından,
kutsama’nın kutsallaştırmak’tan bir mertebe daha yukarıda olduğunu
hissediyoruz.
Mukaddes değerler ifadesi, o değerleri
kutsallaştıran otorite veya otoriteler farklı olsa bile, hiçbir toplumun
kaçınamayacağı bir özellik arzediyor.
Vergi kutsaldır!
Siyasî otorite, vergi’yi niçin kutsallaştırmak
ihtiyacı hisseder?
Vergi, sırf böylesi bir sloganla kutsallaşmış, vergisini
veren vatandaş ise kutsanmış olur mu?
Bu soru, üzerinde düşünmeye değer.
Acaba şöyle bir ifadenin kullanımı dilin
yasalarından onay alır mı?
Zekât kutsaldır!
Sanmıyorum. Çünkü dinî bir görevin ayrıca kutsal
olduğunu belirtmek anlamsızdır. Dinin anlam dünyası içinde, yani dinin bizatihi
kutsal oluşundan ötürü, herhangibir dinî eylem de kendi değeri ölçüsünde pay
aldığından ayrıca onun kutsallığına vurgu yapmak anlamsızdır.
Vergi ile zekât arasında ne gibi bir mahiyet
farkı var?
Kabaca, mâlî yükümlülük anlamına gelen bu iki
terim de mükelleflerin kazançlarının belirli bir kısmını devletle (veya
toplumla) paylaşması demek. Ne var ki ilki dinî bir terim değil, ikincisi ise
tam aksi. Üstelik vergi vermek’ten türüyor, zekât ise malı arındırmak anlamına geliyor. Fakat her halukârda ikisinin de temel anlamı iktisadî ve mâlî
nitelikte.
Dileyenler oruç tutmak ile perhiz yapmak arasındaki farkı düşünebilirler. Oruca anlamını veren, eylemin kendisi mi?
Hayır!
Bilâkis eylemin dahil olduğu değerler
dünyası.
Ölüm gibi biyolojik bir olgu dahî ölenin
hususiyetlerine göre çok farklı anlamlar kazanmıyor mu?
Öyle ya, cennete gitmek başka, tahtalı köye
gitmek çok daha başka. Bazıları ölür, bazıları vefat eder, bazıları ise
geberir. Dili incelten veya kabalaştıran etkenler bile, olgunun kendisinden
değil, dili kullananların anlam dünyalarından gücünü alıyor.
Ölmenin
kutsallaştığı, kutsandığı, kutsal olduğu durumlar yok mu? Meselâ şehadet.
Herhangi bir şeyi, eylemi ya da duyguyu veya
düşünceyi kutsallaştıran, o şeyin, eylemin, duygu ve düşüncenin kendisi değil.
Kutsallık bütün bunlara kendi dışlarından geliyor.
Amacı kutsal olmayan bir eylem, sırf eylem olması
itibariyle kutsal kabul edilebilir mi?
Bu ve benzeri soruların talep ettiği cevaplar
üzerinde düşününüz. Eğer hâlâ kutsallığın, kutsamanın, kutsallaştırmanın kendi
hayatınızda iyi-kötü bir yer işgal ettiği kanaatindeyseniz, kutsallarınızın
başkalarınca hurafe olarak tanımlanıp tanımlanamayacağına da bakınız.
Bakınca ne göreceksiniz bilemem ama, şurası
muhakkak ki bir kişinin veya toplumun hurafelerle teması azaldıkça, kutsal
olanla da teması azalmakta, mukaddesat geri geldiğinde hurafesini de beraberinde
getirmektedir.
Sakın hurafelerinizi tekmelemeyin, zira
duyacağınız ah sesi, hakikatte kutsalın sesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder