27 Ağustos 2005
Kararsızlık bazen tevakkuf, bazen de şekk libâsını giydiğinden ne yazık ki sıklıkla muhatablarını kandırmayı başarır.
Kararsızlık bir tür yargısızlıktır. Bu yüzden şekk yargıda bulunmayanın değil, bulunamayanın hâlidir.
O halde tedbir
ve temkinle ilgisi yoktur.
Demek ki tevakkuf bilgisizlikten, bilme
isteksizliğinden değil, tam da aksine bilme iştiyakının şiddetinden, yani
hakikati çırılçıplak görme arzusunun tâlipde meydana getirdiği duyarlılıktan
kaynaklanır.
Hakikati ürkütmemek, dahası onu incitmemek
gerekir, zira hakikat, kendisine özen gösterilmesini, üstelik ne kadar mümkünse
o kadar nâzik davranılmasını ister. Kendisine ulaşmak isteyenlerin hoyrat
davranışlarını ise aslâ affetmez!
İki seçenek arasında sıkışıp kalanların hâline şekk,
daha çok seçenek karşısında kalanların hâline tereddüd veya şübhe,
kuşkunun bütün türlerine ise rayb adı verilir.
Sözgelimi Tanrı'nın var
olup olmaması hakkında kuşkuya düşen kişi şekk etmiş, karşılaştığı
kişinin Ali mi, Veli mi, Hasan mı, Hüseyin mi olduğundan emin olamayan kişiyse
şübhe etmiş demektir. (Tam da bu noktada Kur’an'ın, kendisini, Hakk katından nâzil olduğunda rayb bulunmayan bir hitab olarak
tanımladığı hemen hatırlanmalıdır.)
Bugün bu sözcüklerin hepsi de kuşkuya
indirgenmiş durumda ne yazık ki. Bu
nedenle tevakkuf’u kuşku'nun bir türü gibi görenlerin görüşünü ciddiye
almamakta mazuruz.
Bilmeleri gerekiyor, bilmek için, ister istemez, bilmediklerini bilmeleri de gerekiyor. Kişinin bilmemesi cehl-i basittir, yani bir kademeli cehalettir ve gayet de doğaldır.
Kişinin bilmediğini bilmemesi
ise cehl-i mürekkebdir, yani iki kademeli cehalettir ve bu hiç
de doğal değildir.
Bilmeyen öğrenebilir, bilmediğini bilmeyen ise
öğrenemez. İşte insanoğlunun düşünce tarihinin en başında hayretin yer
almasının başlıca sebebi budur. Çünkü hayret, cehl-i mürekkebi ortadan
kaldırır, bilmediği bir şey karşısında şaşan, şaşıran kişi, bilmediği o şeyi
öğrenme aşamasına gelemese bile, sırf hayret etmiş olmakla kendisinin
bilmediğini bilmek hazzına erişir.
Bilenler bildikleri konularda hayret etmezler. Kişi
hayret ediyorsa, şaşıyor ve şaşakalıyorsa, onu şaşkınlığa sürükleyen o şeyi
bilmiyor demektir.
Bilseydi hiç şaşar veya şaşırır mıydı?
Madem ki şaşıyor ve
şaşırıyor, o şeyi bilmese bile, en azından kendisinin o şeyi bilmediğini
biliyor demektir. İsterse öğrenmeye başlayabilir ve nasibi varsa, hayret makamından dikkat makamına, dikkat makamından merak makamına, merak makamından tedkik ve hatta tahkik makamlarına, bu
makamlardan da bilme (ilim) makamına ulaşabilir.
Ulaşamazsa n'olur?
Muhakkak bir şey olur ve meselâ bazı garibler gibi en azından yolunda ölür.
Kimler hayret etmezler?
Başka bir deyişle
kimlerde hayret etme yetisi yoktur?
Descartes Les passions de l'âme (İnfialat-ı Nefsaniyye) adlı eserinde bu suali şöyle cevaplıyor:
Que ce ne sont ni les plus stupides, ni les plus habiles, qui sont le plus portez à l'Admiration.
Hayret'e ziyadesiyle temayül gösterenler, ne çok aptal, ne de çok zekî olanlardır.
Çok doğru, zira çok aptallar, bilmediklerini
bilmezler, bilmek için harekete geçecek güçten mahrum olmaları nedeniyle şaşmazlar
da, şaşırmazlar da.
Bilmek için devran ve seyran makamlarına
çıkamadıkları için hayret aracılığıyla hayran makamına da çıkamazlar.
Tek kelimeyle mazurdurlar.
Çok zekîlere gelince, güya onlar her şeyi
bildikleri, en azından öyle zannettikleri için hayret etmezler. Böyleleri küçük
yaştayken gezmek için müzelere götürülen çocuklar gibidirler. Gördüklerini
doğru dürüst hatırlamazlar bile. Fakat söz, bu müzelerden birine gelince gayet
kayıtsız bir halde, haa orası mı, ben orayı 9-10 yaşlarındayken görmüştüm, demeyi bir marifet addederler.
Niçin şaşırsınlar ki?
Nasıl olsa biliyorlardır,
bildiklerini sanıyorlardır. Oysa, neler görmüştünüz, diye sorulsa,
söyleyecekleri topu topu birkaç kelimeyi geçmez.
Böylelikle zekâlarına güvenenler de bilme hakkından kendi kendilerini mahrum ederler. Fetanetleri şaşma yetilerini
zayıflatır, eskilerine tabiriyle şevk-i tefahhuslarını (attention)
kaybederler, kaybede kaybede sonunda kendileri de kaybolurlar.
Peki kimler hayret ederler/edebilirler?
Hangi
sınıf insanlar hayrete mütemayildirler?
Descartes'ın bu suale cevabı gayet vecizdir:
Çünkü ona göre hayret yetisi, esas itibariyle oldukça güçlü bir sağduyuya
sahip bulunmakla birlikte yine de kendilerini tamamiyle yeterli görmeyen
(eksikliğini itiraftan çekinmeyen) zevâta mahsus hasletlerdendir.
Mais ce sont principalement ceux qui, bien qu'ils ayent un sens commun assez bon, n'ont pas toutefois grande opinion de leur suffisance.
Bir zamanlar Batı'da, en nihayet hiçbir şey
bilmediğini bildiğini itiraf eden kilise hocalarına professeur (bilmediğini itiraf eden) ünvanı verilirdi. Şimdiyse bu ünvan, dünyadan
haberleri bile olmadığı halde herşeyi bildiklerini vehm ve iddia edenlere
veriliyor, yani hayret yetisini kaybedenlere.
Bizim ilim ve irfan geleneğimizin ustaları, her
daim hayret makamında kalmak için dua ederler,; hayretini kaybedenin (bilmenin) haysiyetini de kaybedeceğine inanırlardı.
Haysiyetini kaybeden âlim olsa bile adam olamaz.
O halde kişi adam olmadıktan sonra, yani hayrânınım ey yâr, demedikten
sonra, sözümona âlim olsa n'olur, olmasa n'olur?
Modern hayat insanı hakikat ummanında hayretlere
garkolmaktan alıkoyuyor.
Sorun şimdilik sadece budur, başkası değil!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder