14 Haziran 2009
Bazı soru(n)lar, insanda, saça yapışmış çiklet
duygusu uyandırır, aslâ çıkmaz, hem de yıllarca. Ezelden ebede. Belki de
doğuştan itibaren.
Eline yapışır. Çektikçe uzar. Uzadıkça uzar.
Atamazsın. Orada da tutamazsın. Kesecek olsan, büyükse, öyle bir iki tutam
saçtan kendini mahrum etmekle de ondan kurtulamazsın.
Operasyonun alanını genişletmek zorundasındır.
Mecburen. İş büyümüştür artık. O hâldeyken hiç beklemez suçluluk duyguları
saldırıya geçer. İkidebir pişmanlıklar. Biteviye hem de. Hep. Daima.
Sırası mıdır şimdi? Ne işi vardır orada?
Nereden yapışmıştır? Nasıl da farketmemişsindir? Neden başkaları değil de sen?
Acıdan çok korkutur, tiksindirir. Bazen
iğrenirsin. Fakat en çok korkuyla ürperirsin. Tarifsiz bir korkuyla kendini
kavrarsın, tıpkı tüm vücudunu karıncalar sardığında kendini kavrayacağın gibi.
Kendini hiç böyle kavradın mı?
Sorunlar karşısında kendini böylesine saldırı
altında, böylesine çaresiz hissettin mi?
Güçlü başağrılarından kurtulamadığında başını
gövdesinden ayırmayı isteyen adamın hissettiği gibi, çölde çay içmeyi hayal
ettin mi?
Etmediysen, bırak bu yazıyı, başkasına geç!
Kuvve-i vahime
Başka bir deyişle, kuvve-i müvehhime.
Vehmetme yetisi, olmayanı var sayma, var görme/gösterme yetisi. Tikel olanı, maddî gövdesinden soyutlanmış halde
tasavvur etme kabiliyeti. Niteliklerinden soyunmuş olanı, kendisine ilişkin tüm
öznel kayıtlarıyla birlikte bellekte saklayabilme, gerektiğinde hemen oradan
bilince çağırabilme istidadı.
Klasik Psikoloji’nin terimleriyle tikel suretleri değil, tikel mânâları kavrama. Sezmenin, sezişin
kökü/kökeni. Formların değil, figürlerin yaratıcısı. Suretlerin değil,
şekillerin avcısı. İbn Sina’nın tabiriyle: içduyuların sultanı.
Bazı sufiler hakikati teşhisten değil,
bazıları bu teşhisi ifadeden çekinseler de bazıları tümüyle çekinmekten çekinip
şöyle derler:
Dinde kendisine şeytan denilen, işbu kuvve-i vahimedir!
Din dili, şeytanı müşahhas ve mücessem bir
varlık suretine koyar, öyle anlatır. Pedagojik değeri emsalsizdir bu yöntemin.
İşlevi itibariyle bu saptırıcı, bu kaydırıcı, bu aldatıcı gücün hakikî mukabili
vehim gücüdür.
Akla galebe çalması da bundandır. Çünkü
Türkçe’de çokluk akla galebe çalan sadece şeytan değil, aynı zamanda vehimdir,
evhamdır.
Şeytana uydum, der kişi, yapmaması gerekeni
yaptığında. Fail değil, münfaildir sanki. Yapmamıştır, yaptırılmıştır.
Zorlanmıştır. Akıl kâr etmemiştir. Nasihatler de.
Vehim, bir iç sesin adı aynı zamanda. Rahmanî
değil, şeytanî bir sesin. Rahmanî olsaydı, pekâlâ bu sese vicdanın sesi diyebilirdik. Değil. Bu yüzden vehmin telkinlerine, niçin şeytanın sesi denmesin?
Bir adım daha gidelim, şeytanın işi diyelim.
Kuruntulara. Takıntılara. Saplantılara. Tüm duygu-durum bozukluklarına.
Modern tarafımız bu son adımdan pek
hoşlanmayacaktır. Çünkü hastalık (illness) bile demekten vazgeçip bozukluk (disorder) adını verdiği bu tür duyu-duygu sorunlarının dinî ve ahlâkî alana
taşınmasından rahatsızlık duyacaktır.
Bozukluğun, şöyle veya böyle cezayı
(sorumluluğu) gerektiren bir suç ve günah şeklinde adlandırılmasını
özyaşam alanına yapılmış haksız bir müdahale gibi görecektir.
Modern insan, biraz da, beni benle bırakın, diyendir. Kendisine
secde eden gölgenin sahibine değil, bilâkis o gölgenin kendisine kendisi secde
edendir.
Ne gariptir ki kalabalıkların içinde değil,
hep yalnızken haykırır:
Beni benle bırakın!
Başı kendisiyle belâdadır, çünkü kendisinden
uzaklaşmak istediği beniyle başbaşadır zaten.
Aslâ gölgesinin dışına sıçrayamaz, her
defasında kutsal metin çevirilerinin oluşturduğu cıvıklığın içine bile isteye
gömülür, görmek istediğini görür. Aydınlığın içinde karanlıktadır. Küçük bir
ışıltı. Hemen bir adım atar ve durur. Sonra bir adım daha. Bir adım daha.
Arınmak amacıyla içine daldığı suyla kirlenir.
Önünü aydınlatması gereken ışık gözlerini kör eder. Kalbi bizatihi Kur’an’la
kararır. Tanrı’nın sesiyle yoldan çıkar.
Bir de bakar ki çoktan düşmanlarıyla dost
oluvermiştir. Şeytanlarıyla. Vesveseleriyle. Vehim ve kuruntularıyla.
Hakikati gösteren bir kılavuzdur gölgesi... iyiyi işaret eden bir
melek.. sıkıntılarını kendisiyle paylaşacağı bir sırdaş...
Saf aydınlık’la saf karanlık aynı neticeyi
verir ve görme edimi imkânsız hâle gelir, tıpkı Hegel’in dediği gibi, bir şey
ancak muayyen aydınlıkta veya muayyen karanlıkta ayırt edilebilir.
Her adımında biraz karartılmış ışığa veya
biraz aydınlatılmış karanlığa ihtiyaç duyuyor olman, işte bu yüzden ey talib!
Neşeyle elinden tuttuğun o tanrıcığın seni kendisiyle değil, gölgesiyle yoldan çıkarıyor. Çevirilerle.
Unutma ki şeytan da en nihayet bir melektir!
Hem melek,
hem meleke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder