20 Eylül 2009
İnsan nefsinin en belirgin vasfı: yaşama güdüsü. Ne pahasına olursa
olsun yaşamda kalma arzusu. Her hâlukârda yaşamı sürdürme azmi, ama mümkün olduğunca en uzun süre, olabildiğince, gidebildiğince.
İşte insanın ölümü kabullenemeyişinin
ardındaki en temel güdü: conatus.
İnsan organizması hayatta kalmak üzere
kodlanmıştır, hem de bütün hücreleriyle.
Süreklilik duygusu da bu güdünün eseridir. Biyolojik süreklilik ve kalıcılık, yani beka duygusu.
Süreklilik duygusu da bu güdünün eseridir. Biyolojik süreklilik ve kalıcılık, yani beka duygusu.
Birey olarak sürekliliğini sağlayamayacağını
bilen organizma, bu ihtiyacını türün kalıcılığı ve sürekliliği üzerinden tatmin eder.
Nasıl?
Elbette üreme yoluyla. İştah ve şehvet de
böylelikle yaşamda kalmanın en temel koşulları hâlini alır.
Yani apetitus.
İnsan yaşamını kavramaya yönelik bir bilincin, her hâlukârda kendileriyle hesaplaşmak zorunda olduğu iki kavram vardır:
mülkiyet ve cinsiyet.
Mülkiyet, yani sahip olma isteği, gerçekte,
yaşama güdüsünün dönüşmesiyle ortaya çıkıyor. Çünkü yaşama güdüsü veya yaşamda
kalma/yaşamı sürdürme arzusu, en temelde biyolojiktir. Yani türsel bir
zorunluluktur, bireyin istek ve seçimiyle alâkalı değildir.
Mülkiyet ise biyolojik değil, psikolojiktir. Tenin değil, tinin isteğidir. Bedenin değil, cânın.
Mülkiyet ise biyolojik değil, psikolojiktir. Tenin değil, tinin isteğidir. Bedenin değil, cânın.
Yaşamı sürdürme isteği, yaşam için gerekli
vasıtaları sağlama almak gayretine dönüştüğü an, işte o an, mülkiyet duygusu da
oluşuveriyor.
Mal mülk edinme arzusunun temelinde, kuşku yok
ki sıhhatini kaybetmiş bir yaşama hırsı vardır, aracı amaç hâline getiren bir
bilinç kayması. Güya yaşam adına yaşamın kendisini ıskalama zavallılığı.
Azim ve gayret sözcüklerinin
yerine, bir çırpıda hırs ve ihtiras sözcüklerinin geçmesi hiç de
sebepsiz değil.
Hırs ve ihtiras, en nihayet çalışıp
çabalamanın beyhûdeliğini vurgulamaya yarıyor, beka bulmak, kalıcılık kazanmak isteyen fânilerin
çırpınışlarındaki boşunalığı.
Üreme yetisi, en nihayet insan türüne yaşama
ve yaşamda kalma imkânı bahşediyor. Pek tabii ki burada bireylerin payına
düşense soy sop aracılığıyla süreklilik kazanmak.
Ben öleceğim ama çocuklarım yaşayacak. Ben
çocuklarımda yaşayacağım, onlar da kendi çocuklarında.
Soy bu duygularla koruma altına alındığında, zorunlu olarak tür de kendini korumuş oluyor. Elde
edilen mallar miras (hukuk) yoluyla çocuklara kaldığından, mülkiyet duygusunun
sadece toplumsal değil, aynı zamanda
ruhsal bir gerçeklik kazanması da
kolaylaşıyor.
Yaşamı sürdürme arzusu en temelde biyolojik
bir karakter taşırken (doğal/hayvanî bir güdünün eseriyken), bu arzunun insan
zihni tarafından mal-mülk avcılığının gerekçesi hâlini alması tamamen
psikolojik mahiyettedir. Vehmîdir yani.
Üreme gücünün kendi doğal hedefinden sapıp
bağımsız bir zevk oyunu hâlini alması nasıl ki nefs'in (ψυχή) bir marifeti
ise, yaşamı sürdürme güdüsünün kendi doğal mecrasından çıkıp mal-mülk
biriktirme hırsına yol açması da benzer bir mekanizmanın ürünüdür. Yani modern
insanın geçmişte hiç olmadığı şekilde yeniden kurguladığı ve tanımladığı
mülkiyet ve cinsiyet oyunlarının hiçbiri doğal değildir.
Din dili, bu oyunları hiç çekinmeden şeytanî olarak tasvir ve tarif
etmiştir. Çünkü süreklilik vehmine
meşruiyet kazandıran çabaların rahmanî
olması —sahih dinî gelenekler açısından— aslâ mümkün değildir.
هو الباقي (Kalıcı olan bir tek O’dur!)
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ (Herşey helâk olacaktır, bir tek O
müstesna!)
Kendisini Tanrı’nın yüceliğine nisbetle
hizalayan dinî bilincin, yaşamı ölümle, dünyayı öte-dünyayla anlamlandırmasının
nedeni, insana en çok zarar veren duygunun kibir
olduğunu bilmesidir.
Maksad, kibrin şifası olan tevazuyu insana öğretmektir.
Dünya da fanidir, insan da.
Şeytan ise insana bu
hakikatin zıddını fısıldar durur.
Hatırlanırsa, Şeytan’ın meyvesinden tatmaları
için Adem ile Havva’ya telkin ettiği ağaç, Kur’an’da شجرة الخلد (ebedilik ağacı) olarak adlandırılmaktadır. Şeytan
insana kalıcılık ve süreklilik (ebediyet) vehmini
aşılamaya çalıştı ve başarılı da oldu.
Hâlâ da oluyor.
Çağdaş dindarlık, kendi kavramlarını aktüalize
etmeyi beceremediği gibi, mağlubiyet psikozuyla yeterince istek de duymuyor.
Eski terimleri kullanıyor ama her defasında yeni mânâlar kastediyor. Uyduruk
mânâlar.
Öyle ki çoğu kez, kullandığı terimlerin kadim anlamlarını da
hatırlamıyor.
Bu basit tesbitler üzerindeki abartı gölgesini
izale etmek için şu tür sorulara cevap vermek yeterlidir:
Modern yaşam düzeneğinin etkisiyle neredeyse
30 yaşlarına ertelenmiş cinselliğin marazlarıyla başetmek zorunda kalan
gençlerin dinîn otantik öğütlerini hakkıyla anlama şansları ne kadardır meselâ?
Her metin (text), ancak bir bağlam (con-text)
içinde anlamını kazanır. Gecikmiş bir izdivac mahrumiyetinin psikolojik
etkileri tarafından baskılanmış genç bilinçlere Kur’an ne düzeyde nüfuz
edebilir?
Bağımsızlık diye tutturmuş modern bilince
bağlanmanın değerini nasıl öğretebilir?
30 yaşlarına ertelenmiş cinsellik kesinlikle
doğal değildir, doğal olmadığı için İslâmî de değildir.
Nedir peki?
Sadece
toplumsaldır. Modern toplumun istekleriyle uzlaşmanın sonucudur.
İmdi soru şu: Doğal olana hürmet etmek yerine
toplumsal gerekliliklerle hem de itiraz hakkını hiç kullanmaksızın el sıkışan
dindarlığın insanlığa işaret edebileceği sahici bir ufuk olabilir mi?
Olamaz!
İnsanın doğal yanını gözeten zihinsel alışkanlıklarına istinaden yeni olanı gözden geçirmesi gerekenler, acaba bilinçsizliğin hazzıyla fiilî olanı yasallaştırmak yerine hiç değilse tartışma, itiraz etme, reddetme haklarını olsun kullanamazlar mı?
Asla!
Çünkü tüm günahlarımız şeriata uygun!
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder