21 Kasım 2012
Niçin?
Elbette ellerindeki demiri yüreklerindeki
cesaretle birlikte kullansınlar diye. Yönetme sürecinin zorluklarını kolaylıkla
aşabilsinler, yıldırımlar, fırtınalar, boralar karşısında bir hamlede
yıkılmayıp, hak adına, halk adına, haksızlıklara/yolsuzluklara pekinlikle karşı
koyabilsinler diye.
Lakin unutmamalı, bir de mizanı indirmiştir. Mizanı, yani ölçüyü, yani teraziyi, yani denge
ve itidali, ki o demiri acullukla değil, hikmetle, hikmete uygun olarak
kullanabilsinler diye. Hikmete, yani hakikatin bilgisine uygun olarak.
Hak, buna karşılık, ilim-irfan ehlinin,
alimlerin, aydınların ellerine de kalemi,
gönüllerine ise fikr u zikri
yerleştirmiştir, ki onlar da kalemlerini hak adına, halk adına ve fakat her
halukarda haksızlıklara karşı kullanmaktan çekinmesinler diye. Kısaca, demirin nasıl hikmet ve mizan karşısında
sorumluluğu varsa, aynı şekilde kalemin
de aynı ilkeler karşısında kesinlikle ihmal edemeyeceği büyük sorumlulukları
vardır.
Hak ve hakikat siyasi erkin tekelinde olmadığı
gibi, intelijensiyanın da tekelinde değildir. Her iki sınıfın da varlık nedeni
hakikati temsil değil, hakikate hürmettir. Çünkü hakikat, elde edilmiş,
ele geçirilmiş olanın değil, bilakis elde edilmek ve kendisine yakın olmak
istenilen ilkenin adıdır.
Hakikate nisbetle ehl-i demirin de, ehl-i
kalemin de öncelikli vasfı teennîdir. Olmalıdır. Dikkat ve itina. Kuşku ve
tereddüt. Eylemin ve kuramın namusu kararlı olmakla, inad etmekle, ben yaptım oldu demekle değil, bilakis hakikate
hürmeten kuş gibi ürkek davranmakla korunur. Yaptıklarımızın, yapacaklarımızın
doğruluğundan yüzdeyüz emin olmak haklılığımızın değil, cehaletimizin
alametidir çünkü. Cahiller cesur olur
tesbiti, alemlere rahmet olarak gönderilenin bizlere rahmetinin eseridir. İfade
istifade içindir, muhakkak ayık olmalı, haktan bir nişane olan o beni, ne yapıp
edip benlik beliyyesinin
hasarlarından korumaya özen göstermelidir.
Yanlışın yaygınlığı onu doğru haline getirmez.
Bilmeli ki cehl ilm’in değil, hilm’in
zıddıdır. Hilm’in, yani teenni ile, tesamuh ile hareket etmenin. Cehalet ise
fevri hareket etmek, düşünmeden taşınmadan davranmak demektir. Kontrolsüzlüğün
ta kendisidir cehl. Murakabe ve
muhasebenin tam karşıtı. Nitekim Türkçe’de, cahil
delikanlı deyişindeki sarkastik vurgu, eşanlamlı iki sözcüğün yanyana
getirilmesiyle elde edilir. Dikkat ediniz lütfen, eşanlamlı iki sözcüğün.
İslam irfanı asırlar içinde zan ile cehl’i
yanyana getirmiş ve bu iki kavramı açıkça ilmin karşısına koymuştur. Demek
oluyor ki düşünürken zan’dan, sanılardan, davranırken cehl u cehaletten uzak
durmak, demirin de, kalemin de en temel düsturudur. Olmalıdır.
İlim kadar, ilm-i siyaset’in de.
* * *
Yaptım, üstesinden geldim, demiyorum. İsterim,
diyorum. İstedim, diyorum. Niyetimi beyan ediyorum. Elimde değil, acziyetimden
olmalı, anladığım, anlayabildiğim kadar, anlaşılmak da istiyorum.
İşaretlerin peşinden koşmaktan çok yoruldum,
benim gibi aşıklar varsa aranızda, hiç değilse, onlar benim kadar zahmet
çekmesinler istiyorum. Anlamak ve anlaşılmak bu kadar mı bâr olur insanın
sırtında, inanınız, kelimelerim kimseye bâr olmasın, en azından mânâları âsan
olsun istiyorum.
Bu yüzden sözümü pek söyleyeceğim, açık
söyleyeceğim, lütfen sözlerime kulak veriniz, bilmiyorum ki acaba farkında
olmadan çok şey mi istiyorum.
Mabed hakkında bir şeyler söylemek istiyorum, mabed ve mabud hakkında. Cami hakkında. Çamlıca’da inşa edilmeye karar
verilmiş olduğu anlaşılan meş’um bir proje hakkında.
* * *
Tasannu olarak anlaşılmak korkusu bulunmasaydı
yalvarırdım, yapmayınız derdim, kıymayınız. Bu ülkenin, bu şehrin çocuklarını
yıllarca başlarını öne eğdirecek bir ucubeyle sınamayınız. Ya Kahhar! zikrine bizi muhtaç hale getirmeyiniz, bilakis bırakınız
da o besmele’nin edasında bizlerin de sadası olsun, diye yakarırdım. Bizlerin,
yani Türkiye’nin.
Ağa oğlu, beğ oğlu olsanız, susar, ima’yı bile
zül addederdik. Firavunlar gibi gururdan gökleri
delen sözde azametiniz secdelerde hak ile yeksan olacak nasılsa deyû
akibetinizi sabırla beklerdik. Ama değilsiniz, iyi biliyoruz, oylarımızla
bizleri yönetmenize bizler izin veriyoruz çünkü. Yanlış anlamayınız, sadece
sizi seçen oylarımızla değil, bütün oylarımızla. Oylarımızla, yani bu ülkede
yöneticilerin seçimle gelip gitmelerine olan inancımızla.
Şayet Sayın Başbakan’a hitaben bir mektup
yazacak olsaydım, kendilerine, Sayın Başbakanım, derdim, insan yaptıklarından
çok, yapmadıklarıyla insandır. Kaçındıklarıyla. Hz. Musa’nın elindeki
levhalarda yazılı olana evamir-i aşere
(on emir) derler, inanmayınız, doğrusu emir değil, nehiy’dir. Yapılması
gerekenleri değil, kaçınılması gerekenleri söylerler çünkü. Ortak koşmayacaksın,
denir, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina yapmayacaksın, vs.
Yapmamayı becerebildiklerimizle insan haline
geliriz bu yüzden. Kaçınmak, ürkmek suretiyle uzak durduklarımızla. Haram, yapmadıklarımızı içeren sahanın
adı. Günah da öyle. Kaçınmamız, uzak
durmamız gereken alanın.
Kelime-i Tevhid dahî lâ ile başlar. Negation’la. Redd u inkar ile. Reddin reddidir bu
yüzden. İlke sahibi olmaktan çok, insanın ilkelerini koruması güçtür. Bilinmeli
ki ilkeler icab ve kabulle değil, redd u inkar ile korunur. Karşı koymakla. Çözülmemekle.
Direnmekle. Sabr u sebatla. Kısaca ayak diremekle.
İşte bu mülahazalarla, söyleyiniz lütfen, derdim,
kaçınsınlar, yapmasınlar, aman o güzelim Çamlıca tepesine ehven-i şerr’i layık
görmesinler. Kötülerin en kötüsünü. Gerçekleşme imkanına kavuşanını. Aman sözcüğü ebceden (sayısal olarak)
Muhammed’e karşılık gelir, o nedenle bizler aman
demekten, aman dilemekten rahatsız olmayız, acziyet şanımızdandır, der, aman
diler, Çamlıca’ya hürmet için yakarırdım.
Sanırım Ankara yârânı sesimizi duymaz, ama siz
duyun derdim. İstanbul’un sabık Şehremini olarak zevksizliğin, çirkinliğin,
düşünce yoksunu o beton dövmenin Çamlıca’nın sırtına basılmasına lütfen izin
vermeyin, diye yalvarırdım. İşgüzar idarecilerin, mabedlerimizi, şehirlerin en
yüksek tepelerine demirden kocaman haçlar diken Sırplara, Hırvatlara,
Makedonlara, Latinlere eş bir meydan okuma aracı haline getirmelerinin önüne
geçiniz, diye inlerdim.
Son Peygamber’i, Son’un Peygamberini edeben
sona bırakır, iniltilerin sultanı İsa Efendimiz gibi seslenirdim kendilerine.
Matta İncili’ndeki gibi, dar kapıdan giriniz,
derdim, çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı geniş, yol da enlidir, üstelik bu
kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol ise çetindir. Bu yolu
bulanlara gelince, onların sayısı çok azdır.
Yaşama, yani bu dünyadaki ve öte
dünyadaki yaşama.
Demiri mizan’a vurmalı, cesareti mizan’ın
kılavuzluğunda kullanmalı. Tarih ibretamiz örneklerle doludur.
Nedense pek az kimse bilir, Sultanahmet Camii
yıllarca cemaatsiz kalmış ve İstanbul halkı, alimler de, halk da, o güzelim
camide namaz kılmayı içlerine sindirememişlerdir. Çünkü henüz genç bir delikanlı olan I. Ahmed’in, ki 28
yaşında vefat etmiştir, kaprislerinin bir eseri olarak telakki edilmiştir,
haklı olarak. Ulema da, urefa da camiinin yapımına destek vermemiştir. Buna
karşın hakikatte bir opus-magnum, bir şah-eser olan Sultanahmet Camii’in güya kopyası
iddiasındaki bu acul projenin acilen uygulanması yüzünden benzeri bir utançla
ne İstanbul’un siluetine bir kabus çöksün, ne de gönüllerimizin tam da ortasına
kara bir leke, diye istirhamda bulunurdum.
Fakat ben sadece bu ülkenin Başbakanına değil,
bu ülkenin tüm insanlarına, tüm namuslu aydınlarına sesleneceğim. Henüz tümüyle
yitirmediğimize inandığım Türkiye’nin Ruhu’na. Vicdanlarımıza.
Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha
büyük bir damla eder, diyeceğim. Nârâ atmaya lüzum yok, ihtiyaç da. Hatta
çığlığın bile yeri değil. Ama hiç değilse iniltimizi duyuralım. Gözyaşlarımızı
çoğaltalım. Geliniz, siyasetin elindeki demirin sertliğini büyüyen
gözyaşlarımızla yumuşatalım. Cesaretlerinin karşısına mizanı çıkaralım.
Hikmeti. Hürmeti. İnsana. Eşyaya. Kuşa kurda. Dağa tepeye. Taşa toprağa. Hürmeti
ve mehabbeti ve merhameti.
Sırf kendimiz için değil, artık bize
katlanamayacak kadar yorgun hale gelmiş olan güzelim İstanbul için. İstanbulumuz
için.
* * *
İnsan insanını gözlerinden ele verir.
Gözlerinin ışıltısından. Yüzünün gözünün aydınlığından. Yaşam sevincini
zaptedemediği anlar olur ya hani, ama nadiren, o an insanın gözlerinin içi
gülüverir birden, gören olsa utanası gelir, göz
aydınlığı işte o anı, o hali remzeder.
Gözün
aydın olsun deyişi, Türkçe’ye has en güzel seslenişlerden
biridir belki de. Bir temenni. Bir dua. Öyle ya, mazmunu, için içine sığmasın
da gözlerinin içi gülsün a benim
güzel dostum, demek.
Gözümün
nuru deyişini de aynı tasarımın saçakları arasında bulmaz
mıyız? Düşünsenize, bizler, insana has o ışıltıyı hep gözlerde fark etmez
miyiz? Masumiyeti. Ruhun bekaretini. Saflığı. Sadakati. Özü. Özümüzü. Söylesene
ey talib, biz bizi hep gözlerde bulmaz mıyız?
Göz
aydınlığı gözlerde parıldayan sevinç ışıltılarının raksından
ibaret. Hani şu, bütün ihtişamıyla, bebeklerini kucaklarına alan anne-babanın
gözlerinde ancak görebildiğimiz parıltı. Bazen, erinin ta uzaklardan gelen
mektubunu heyecanla açan yavuklunun gözlerinde, bazen gizli bir gururla
topladığı bayram harçlıklarını sayan küçük bir veledin gözlerinde. Sanki saklı
bir gururun dışavurumu. Uzun bir özlemin ardından gelen her kavuşma anında. Hem
de bazen gözyaşlarının eşliğinde, ama hep pırıl pırıl, hep aydınlık, hep
ışıltılı, hep dizginlenemez sevinç parıltıları halinde. Ne ki nadiren. Tekrar
yaşamın o yorucu yakıcı yıkıcı akışına kapılacağımızı bile bile. Bir anlık.
Gecenin karanlığındaki yakamozlar gibi. Ummanların derinliğindeki gibi. Nadiren
ama esaslıca.
Sezdirmeye çalıştığım, hakikatte, Kur’an’da kurret’ul-ayn olarak tanımlanan halin ta
kendisi. Kur’an’ın hakikat taliplerine va’dettiği ödüllerin en soylularından
biridir göz aydınlığı. Bu dünyada ve
öte dünyada.
Nadir oluşu, tanrısal oluşunun temel nedeni.
Dünyada kaybolduğumuzu her farkedişimizde, bir çift gözden ancak izini
sürebileceğimiz tanrısallık o aydınlanışta tecessüm eder. İnanınız lütfen,
insan insanını gözlerinden ele verir. Her şeylerini saklamayı ustalıkla beceren
hiçliğin abideleri o veliler bile, evet, onlar bile bir tek gözlerini
saklayamazlar. Velayetin, yani göz nurunun çağıldadığı pınardır gözler. VE o gözler
asla kendilerini saklamayı beceremezler.
* * *
Ne şaşırtıcı değil mi, göz aydınlığı, Efendimize (s.a) bu dünyadan sevdirildiğini
bildiğimiz üç nesnenin sonuncusu. Hakikatte bu âlemdeki tek tesellisi. Yegâne
ışıltısı. İlki kadın. İkincisi güzel koku. Üçüncüsü göz aydınlığı. Lakin başka bir şeyle
değil, en ziyade namaz halindeyken hasıl olan bir göz aydınlığı (kurret’ul-ayni fi’s-salati).
Hakikat ehli burada hemen şöyle bir uyarıda
bulunur:
Efendimizin göz aydınlığı, namazın, ibadetin
kendisinden alınan bir hazzın ifadesi olmayıp, namazda Hakk ile vuslat sebebiyle hasıl olan bir
hazzın ifadesidir. Çünkü kişinin ibadetin kendisiyle zevk ve telezzüz etmesi,
onun eksikliğine delalet eder. Efendimizin göz aydınlığının asıl nedeni,
namazın kendisi değil, namazda sevgilinin huzurunda olmaktı. Cemali seyretmekti.
Güzeli. Güzelliği. Nitekim hadis-i şerifte, namaz sebebiyle (bi’s-salat) değil, namazda (fi’s-salat) denilmiştir.
Basit bir kelime oyunu mu?
Asla ve kat’a!
Bilenler bilir, ibadetin kendisinden zevk
alınması caiz değildir, ibadet ibadetin amacı değildir çünkü. Nafile ibadetlere
düşkünlük, ekseriyetle ibadetin amacını unutmanın bir alameti olarak görülür,
ve hakikat ehli, ibadete düşkün müridlerini, maksadı unutup ibadetten zevk
aldıkları gerekçesiyle kenara çekerler. Dinlendirirler. Çünkü değil mabed,
ibadet bile teferruattır mabuda nisbetle.
Peki ya asıl amaç nedir?
Amaç kurbiyettir, yani sevgiliye yaklaşmak,
yakınlaşmak. Dizlerinin dibinde eğleşmek. Huzurda olmak. Görülemese bile
hakikatin saç diplerinden kokusunu almak. Firakın acısını dindirmek. Hasretin.
Özlemin. Dünyaya ve dahî dünyada savrulmuşluğun ızdırabından bir anlığına olsun
uzak kalmak. Yüzümüze bakar mı, diye ummak, acaba bir merhaba der mi, diye.
Pencerenin kenarına çıkar mı, bir iz, bir im, bir işaret bırakır mı diye.
Maksud-ı aslî ne ibadettir, ne de mabed, asıl
amaç mabuddur. Sevgilinin ta kendisi. Rızası. Cilvesi. Hakikatte ve fakat her
halukarda cemali, hatta celâli.
Göz aydınlığının yegâne sebebi o. O, çünkü
uzak gibi. Uzakta gibi. Seslensek duyamayacakmış gibi.
Mabedler yapıyoruz, huzuruna çıkmak için,
sesimizi duysun diye. Sesini duyabilelim diye. Lakin sırf zahirde. Gerçek aşıkları,
mabudlarının gerçek mabedinin gönül
olduğunu, onun cemalinin kendilerine şahdamarlarından daha yakın bulunduğunu
bilmezler mi, elbette bilirler. Ama ne farkeder, bilseler bile, onlar ona onun
da beğeneceğini umdukları evler inşa etmekten kendilerini alamazlar. Mabedler.
Mescidler. Camiler. Şapeller. Kiliseler. Havralar. Hep evler. Cemevleri. Dağ
başlarına, tepelere, bazen en kalabalık, bazen de en tenha yerlere. Kuytuluk
köşelere. Bazen mağaralara. İnlere. Sırf onun ismini anmak için. Lütfen bizden
vazgeçme, diye ricada bulunmak için. Sen olmazsan bizler bu acılara
katlanamayız, lütfen bizi terketme, diye istirham etmek için. Ama sade onun
için. Sevgilinin hoşnutluğunu kazanmak için. Mabed işbu gayeye hizmetin
mahsulüdür. İbadet de öyle. Hepsi de mabud için. Hepsi de sırf ona yaklaşıp
yakınlaşmak için.
Hatırlanacak olursa, Efendimize (s.a) ilk
seslenilen yer Hira’ydı. Onun mabedi bir mağaracıktı. Hani şu aman amanın
simgesi. Küçücük. Daracık. Alemlere asıl rahmet o mağaracıktan yayıldı. Sade
Ayasofya’dan, Selimiye’den, Sultanahmet’ten değil.
İbrahim’in yaptığı mabed, o muhteşem Kabe-i
Muazzama, ağzına kadar putlarla doluyken, Ruh’ul-Kudüs o devasa yapıya, ne
içine, ne çevresindekilere tenezzül buyurmayıp hemen yanıbaşındaki Cebel-i
Nur’un tepesinde, küçük bir mağaraya inmeyi tercih etti. Abdullah’ın yetimine.
Amine’nin yavrusuna. Hakk’ın cebri (Cebrail), cesametteki büyüklüğü ve heybeti
değil de mânâdaki küçüklüğü seçti, yetimin sağ omuzundaki o küçücük mührün
üzerine bûselerini kondurdu.
Biz bu yüzden aman diyoruz, ne dileyelim ey demir sahipleri, sizlerden sadece aman diliyoruz.
Bir budist derviş olaydım, hayvanların
sırtlarını dağlar gibi, Çamlıca’nın omuzunu o çirkin dövmeyle dağlayacaklarının
farkında bile olmayan ekabiri engellemek amacıyla ve hem de halkımı bu utançtan
kurtarmak niyetiyle, hiç tereddüt etmeksizin, üzerime benzin döküp kendimi
yakmak isterdim. Lakin hem itikadım, hem de hikmet’ten bu fakire nasib olan
hisse böylesi bir itiraz biçimine izin vermiyor. O nedenle, bu toprakların
haşarı çocuklarına vasiyetimdir, ben öldükten sonra, demir’i ve cesaret’i
yumuşatmayı becerememiş bu yazının basılı olduğu sayfaları yakıp küllerini o
kabus’un civarına saçsınlar!
Takip et: @ducane



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder